Powered By Blogger

22 Nisan 2011 Cuma

ÇOCUK...

ÇOCUK…

Çocuk kime denir? Öncelikle bu soruya cevap verelim. Genel olarak doğumdan ilkokul beşinci sınıfa kadar olan döneme çocukluk, orta öğretim dönemine ise ergenlik / ilk gençlik denilmektedir. Ancak kanunen on sekiz yaş altı tüm dönem çocukluk olarak tanımlanmaktadır.

Birleşmiş milletler çocuk hakları evrensel bildirgesine göre; çocukların doğal biçimde gelişmesine olanak sağlanması, aç çocukların beslenmesi, hasta çocukların tedavi edilmesi, terk edilmiş çocukların korunması, felaket anında yardımın öncelikle çocuğa yapılması, çocukların her türlü istismara karşı korunması ve kardeşlik duyguları içinde eğitilmeleri gerektiği belirtilmiştir.

Uluslararası Çalışma Örgütü’'nün verilerine göre dünya genelinde 200 milyondan fazla çocuk işçi bulunuyor. Bu ülkelerin başında Hindistan geliyor. Bu ülkede kırsal kesimde yaşayan milyonlarca çiftçi köylerine kamyonlar ile gelen büyük tekstil fabrikalarına ve inşaat şirketlerine çocuklarını dönemlik olarak kiralarlar. Çok ucuz fiyatlara yatılı olarak tutulan bu çocuklar ailelerinin bir yıllık beslenme masraflarını karşılamanın verdiği huzur içerisinde modern çağda kölelik sisteminin bir parçası olmaktadırlar. Yâda Çin’de çok uluslu oyuncak firmalarında hiçbir zaman oynayamayacakları oyuncakları üretip ve dünya üzerindeki milyonlarca çocuğu ucuz yoldan mutlu ederek bu oyunun temel dişlileri haline dönüşmektedirler.

Ülkemizde de durum pek iç açıcı değil, binlerce çocuk işçi özellikle tarım sektöründe yoğun olarak işgücü ihtiyacını karşılamaktadır. Doğu ve güneydoğu kırsalından kentlere doğru gitmiş olan ve gitme hayali kuran çocuklar, kırmızı ışıklarda, meydanlarda veya büyük alışveriş merkezleri önünde ekmeğinin peşine düşmüş halde. Geleceklerini daha anaokulundan tasarlayan yaşıtları ile birlikte yarının büyükleri olacak bu çocukların toplumsal kaynaşma hayalimizdeki yeri büyük bir merak konusu şahsımca. Belki bu satırları okurken elbette ki her insan eşit olamayacak ve her zaman birileri daha önde olacak diye düşünüyorsunuzdur. Ancak dizlerinin üzerinde sürünen bir yeni yetme ile onu koşarak geçip tur bindiren tombul sağlıklı bir bireyin yarışında büyük bir adaletsizlik olması insanı fena halde incitiyor.

İnsanoğlu olarak, bulunduğu durumdan şikâyet etme tutarsızlığından dolayı hep başka durumlara özenip dururuz. Çocukken büyüme hayali, büyüdüğünde ise çocukluk anılarına olan özlem, bir türlü yakamızı bırakmaz. Ama hangi yaş grubunda olursak olalım çocuklara özgü olan hayata karşı duyulan merak ve çevredeki her şeye büyük bir heyecanla bakabilme hali kaybettiğimiz en büyük meziyet olsa gerek. Büyüdükçe hayata daha gerçekçi bakmaya çalışırken beklide tamamen sanal bir kavram olan karmaşıklıklar yumağı bizi büyüdüğümüze ikna etme gayreti içinde. Çocukluğun o yalın ve basit dünyası tüm bu karmaşaya duyulan nefret ile birleştiğinde özlem kaçınılmaz olmakta.

Bu hafta çocuk haftası hepimizin okul hayatındaki minicik heyecanlarına ev sahipliğini yapan Yirmi Üç Nisan’ı kutlamaları haftası. Nerdeyse tek kullanımlık dikilen garip ama rengârenk kıyafetler ile günlerce verilen emeğin icra haftası. Tribünlerde izleyen velilere ve onlara eşlik eden ahbaplara kendini gösterebilme çabası. Büyüyünce asker yada polis olacak çocukların üniformalarına kavuştukları ve militarizme olan övgü betimlemelerinin kutsal mekanı. Neredeyse devletin her makamında koltuklara oturtulan yarının büyüklerinin, öğretilmiş tavırlar ile güzel bir dünya temennileri. Her gün okul önlerinde ettikleri doğruyum ve çalışkanım antlarının bir günlük bile olsa ete kemiğe bürünme ifadesi.

Gittikçe bir birinden uzaklaşan ve yozlaşan toplumumuzda umarım çalışkanlık ve doğruluğun bir erdem olduğunu korursunuz çocuklar ve umarım ki içinizdeki çocuk heyecanını       kaybedip bu büyük dünyamızın karmaşalarında kaybolmazsınız. Ama en çok şuna inanın büyük olmak o kadarda keyifli değil ve oturduğunuz o koltukların hep bir bedeli var. Öyle hızla büyümeye çalışıp sizi yarış atı gibi yetiştiren büyüklerinize kulak asmayın. Oturmayın o koltuklara en iyisi çıkın bahçede oynayın. Çünkü siz hiç büyük olmadınız ama biz çocuk olduk, siz en iyisi bu tecrübeye güvenin.





16 Mart 2011 Çarşamba

Kar..

Birkaç gündür büyük puntolarla yaşamımıza sokulmaya çalışılan, Balkanlardan gelen soğuk ve yağışlı hava sonunda kapımıza dayandı. Bu yazı yazılırken dışarıda hafiften bir türkü tadında kar yağmaya başladı. Nasılda özlemişiz, yağıyor inceden ve usul. Bu gece uyumak yok hasret gidermek var, eğer sonu gelirse..

Kente en son adam akıllı kar ne zaman yağdı hatırlamıyorum ama benim yaşadığım en son kar yağışı ile ilgili daha önceki yıllarda yazdığım bir yazımı paylaşmak istiyorum. Amerikanın Irak’ a tekrar saldırdığı, yurdumuzun ekonomik kriz ve kuş gribi vakaları ile boğuştuğu o günlere baktığımızda, kar yağışı dışında pek fazla değişen olmadığını görmek ayrı bir acı. Şimdi bu yazıyı sunuyorum affınıza sığınarak.

Dışarıda kar yağıyor ve benim zihnimde kocaman ironi tilkileri dolaşıyor kuyrukları bir birine değmeden. Yeryüzünün tüm farklılıklarını/renkliliklerini örten bir aynılık/beyazlık aynı zamanda zorluk, zorundalık, donduruculuk ve mesela kuşlar için ya da Mart’ın kapıdan baktırdığı, kömürü bitmişler için bir sorun olma durumu.

Ne zaman kar yağsa şehre içi umutla dolar Milli Eğitime gönül vermiş öğrenci milletinin ve herkesin kafasında aynı soru dolaşır durur; Acaba kar tutar mı? Ve acaba yarın okul/dershane tatil olur mu? Diye. Tüm diğer tatillere göre kar tatili en hesapsız ve plansız hayatımıza giren bir boşluk durumu. Piyangodan büyük ikramiyeyi tutturmak gibi bir şey ya da yıldırım aşkına tutulma hali.’’ Kentimiz de yoğun hava muhalefeti nedeniyle tüm ilk ve orta öğretim kurumları bilmem kaç gün süreyle tatil edilmiştir ‘’cümlesine duyulan sonsuz saygı ve sevgidir.

Hemen dışarıya çıkıp çocukluktan kalma bir alışkanlık ile hiç kimsenin gitmediği yerlere ulaşıp hiç kimsenin basmadığı karlara basmak lazım. Kar tanelerinin o narin, basit,  uysal sıkışma tınısını duymak/hissetmek gerek. Yürümek, yürümek ve dönüp arkana baktığında kendi izinden başka bir şey görmemek halini yaşamak, tıpkı koca bir ömrü tamamlamak gibi. Bazen düşünüyor insan acaba bu basit ayrıntıların tınısını duymak mutlu ediyor mu? Biz büyük insanlığı diye. Acaba insanın yaşı, malvarlıkları, göbeği büyüdükçe hala görüyor mudur? Hayatın ayrıntı denen tatlarını, mesela serçeleri görüyor mu? Her yerin beyaz bir örtü ile kaplandığı zamanlarda ekmek kırıntıları bırakıyor mu? Boş dükkânların sığıntı köşelerine. Herkesin kuş gribi kuşkusu ile baktığı bu hayvanlara farklı bir taraftan bakan mavi gözlü yaşlılar hala var mı?Diye.

Bütün bu düşünceler içerisinde yoğun yağışlı havaya muhalefet bir dolmuş buluyor ve biniyorum. Dolmuşçunun yanında oturan adam, yüksek sesle ‘’Bu gribi, Amerika başımıza bela etti ., daha çok aşı satmak ve hükümetimizin başarılarını gölgelemek için’’ dedi. Adamın gözlerinde yıllarca devletin gizli arşivlerinde araştırma yapmanın verdiği bir bilgelikten ziyade yoğun bir kurnazlık okunuyordu. Kar yağıyor şehre hala ve doluşçu gayet mutlu. Olsun lastiklere taktığı zincirler lastiklere zarar versin. Nede olsa böyle havalarda müşteri bol yer geniş. Bir trafik polisi biniyor, iki durak arasında ‘’ Şuradan bir kişi uzatır mısınız’’ demiyor, yalnızca geçip oturuyor arkaya ve yine çelişiyor her şey . Dolmuşçunun telefonu çalıyor son moda polifonik bir arabesk tınısıyla. Tekerin zincirleri altında karlar sıkışıyor ve o tınıyı kimse duymuyor. Dolmuşçu telefonla konuşuyor, para sayıyor, vites değiştiriyor ve direksiyonu tutuyor bütün elleriyle. Araba kayıyor sağa sola, polis başını öne eğip oralı bile olmuyor. Dolmuşçu mutlu, karlar savruluyor dört bir yana. Ve ben her sindirilmiş, normal vatandaş gibi içime atıp sinir oluyorum kendi küpüme zarar. Telefonum çalıyor, telefonda tatil olmuş milli eğitimden bütün arkadaşları temsilen bir ses ‘’ Hepimiz lokaldeyiz King oynayacağız, seni bekliyoruz’’ diyor. Mutluyum en azında şimdilik, yüzümde bir tebessüm ve içimden diyorum, boş ver Amerikan bombalarını, ekonomik krizi, kuş gribini ve dolmuşçuyu şimdi git ve tek haneli boşluklarını çok haneli yazı tahtaları doldur.

Bu arada, geçmişe dair yazılan bu yazı havada kadı ve ilham kaynağımız/beklentimiz kar durdu.

Zümrüdüanka

Anka, Tuğrul, Anka-yi mugrip, Huma Kuşu, Devlet Kuşu, Batı kültürlerinde ise Phoenix adlarıyla anılır. Adı uzun boynu veya boynundaki beyaz halkadan gelir. Her hayvandan bir iz taşıyan, rengârenk, tüylü yüzü ile insana benzeyen mitolojik bir hayvandır.  Daima tektir ve erkektir. Ömrünün sonu yaklaştığında bahar ağacı yapraklarından yaptığı yuvasını ateşe verip kendini yakarak,  kendi küllerinden yeniden dünyaya gelir. Batı’ da milattan önce V y.y.’dan  itibaren mitolojik anlatımları başlayan Anka kuşu Hıristiyanlıkta yeniden dirilmenin sembollerinden biri olarak görülmüştür. Araplar arasında Anka hikâyesi Semender ile karıştırılır. Semender de bazen kuş olarak tasvir edilir. İran mitolojisinde adı Simurg ve yeri Kaf dağıdır. Hem ruhun ölmezliğinin hem de yeni yılın simgesel hali olarak da düşünülür.

Bütün kültürlerde kendi küllerinden yeniden doğmak ile tasvirleşen bu kuş, hayatın hem biyolojik hem de zihinsel çevriminin en güzel ifadesi olmuştur. İnsanoğlunun gerek ulusal olarak gerekse bireysel olarak düştüğü en zor durumdan bile çıkabilme yeteneği ile simgeleşmiştir. Gençlik dönemlerimizde seyrettiğimiz Rocky filmleri gibi bir şeydir, Anka kuşu olmak.  Yediği bütün yumruklara ve bazen de yenilgilere rağmen sil baştan başlamaktır hayata ve dövüşe.

Geçtiğimiz hafta içerisinde Japonya’da gelmiş geçmiş en büyük deprem ve tsunami dalgalarından birisi oluştu. Gerek depremin gerekse dalgaların yaptığı yıkıcı etki ve doğanın bu karşı konulamaz gücü karşısındaki bir şeyler yapamama durumu hepimizi bir şeyleri tekrar düşünme ye itti. Belki de her ülke bizim muhteşem basınımızdaki gibi olabilecek senaryoları kendi ülkelerine uyarladı durdu. Kelli felli uzmanlar çıktı televizyon ekranlarına ülkemizdeki riskleri anlattılar. ‘’Aslında her canlı kendi ölümüne ağlarmış bir başkası öldüğünde’’ sözünü doğruladılar.

Son yüz yıllık tarihinde beşten fazla büyük deprem ve iki tane atom bombası yıkımı yaşayan Japonya, Kaf dağının arkasındaki uzak bir ülke gibi bir şey. Uluslar arası emperyalizmin en büyük aktörlerinden birisi olan bu ulus, kendi küllerinden yeniden doğmanın da dünyadaki en güzel örneği. İkinci dünya savaşı sonrası bütün ekonomik, politik ve askeri ambargolara rağmen dünyanın ilk üç ülkesinden birisi olmak ve bunu doğal kaynaklarının kısıtlılığına rağmen başarmak ya Anka kuşu mucizesine inanmak ya da bir ulusun çabasına hayran olmaktır.

Cihana hükmetmiş koca bir imparatorluğun evlatları olmak ile övünen, biz muhteşem yüzyılın torunları. Kurtuluş savaşı ile kendi küllerinden yeniden doğmaya çalışan bir ulusun evlatları olarak kendi Anka kuşumuzu ne kadar oluşturduğumuz kocaman bir soru kafamızda. Yıllardır her ulusal coşkumuzda bağıra çağıra söylediğimiz ‘’onuncu yıl marşına’’ konu olmuş, ilk yıllarımız dışında ne kadar büyük bir güç olduk ya da neler katabildik şu bilimsel hayata bilemiyorum. Aslında cevabı sporumuzda, bilimimizde, eğitim sistemimizde, ekonomimizde, demokrasimizde, seçim sistemimizde ya da hepsini kapsayan kendini bile kandırmayı başara bilen beynimizde saklı.

Adına ister Nevruz ister Newroz isterse Ekinoks günü deyin doğanın kendi küllerinden tekrar doğduğu ve bizi buna müthiş ölçüde teşvik ettiği Mart’ın yirmi birinin hepinize kutlu bir doğum olmasını dilerim.

15 Mart 2011 Salı

GÜÇ...

Birim zamanda yapılan işin hapım hızına güç, harcanılan çabaya ise enerji denilmektedir. Fizik biliminde kullanılan en yaygın güç birimleri, Newton, Watt ya da beygir gücüdür.

 İnsanoğlu yerleşik yaşam kültürü ile birlikte artık toplayıcı konumdan üretici konuma geçince nerede akşam, orada sabah alışkanlıkları da bitmiş. Yan gelip yatmaktan çalışır durumda bulunca kendini, doğal olarak işin kolayını bulmak için uğraşıp durmuş. Önce uzunca bir süre evcilleştirdiği hayvanları olaya ortak etmiş. Ürettikçe tüketen bir toplum olma yolunda hızla ilerleyince işin içerisine makineler girmiş ki üretim coşmuş. O gün bu gündür gücünü harcayacak bir yer bulamayan insanoğlu ya spor salonlarına koşmuş ya çeşitli oyunlar icat etmiş ya da birbirini dövüp durmuş.

            Güç bazen paraya sahip olmaktır. İncecik pazularına, sıskaca bedenine ve korkak bir yüreğine rağmen büyük bir gururla bakabilme lüksüdür, çevrendekilere. Sen benim kim olduğumu biliyor musundur? Sen uzaklaşıp gittikten sonra adamlarının halletmesidir bütün kirli işleri.

            Bazen silaha sahip olmaktır güç. Tüm yırtıcılar içerisinde bizi besin zincirinin en tepesine taşıyan donanımdır. Etçil ve otçul dünyamızda bütün türler hızla yok olup giderken bizim hızla artmamızın altındaki sihirli güçtür. Bütün Uzakdoğu sporlarını etkisiz kılan uzaktan her şeyi halletme becerisidir.

            Bazen güç cinsiyettir, erkeklikten gelen ayrıcalıktır. Yaradılıştan bu yana aile denen çekirdek yapının devamlılığı için gerekli bir koruyucudur. Haktır, hukuktur, bilendir. Ekonomisi kötü giden orta ya da alt sınıf halkın ekmek getireni ve kuralı koyanıdır kendince.  Geleneksel Türk aile yapısının ürünü olan ve erkek çocuklarına sağlanan sınırsız özgürlük ile beslenen çocuk yetiştirme tarzımız, toplumsal buhranlar ile birleştiğinde sonun da elleri silahlı ve bıçaklı canavarlar yarattı. Kocasından uzun zamandan beri şiddet gören ve artık canına tak edip boşanma talebinde bulunan birçok kadın birer birer öldürülüyor. Kendisini güçlü gören kocaları ya da sevgilileri tarafından.

            Demokrasi denilen mekanizmayı işler kılan donanımlardan en önemlisi herhangi bir neden ile güçlü olanın güçsüz olan üzerine kurduğu baskıyı engelleye bilmektir. Ama herkes için eşit ölçüde yaşama hakkına sahip olmasını ön gören kurallar zinciri her şeyi ile insan uygulamalarında bitiyor. Kafamızda oluşturduğumuz devlet kavramı kendisini her zaman erkek olarak görmüş olmalı ki işlenen kadın cinayetlerinde hiçbir zaman yeterli cezalar verilmiyor. Türk Ceza Kanunu’nun 81. maddesi, kasten adama öldürme için ağırlaştırılmış müebbet hapsi veriyor. Ama mahkemeler, TCK’ın 29. maddesindeki ‘’haksız tahrik indirimini’’ devreye sokarak kadın cinayetlerine indirim uygulamaya devam ediyor. Töre cinayetleri serisine şimdide şehirli yaşamımızın getirdiği kıskançlık ve aşk cinayetleri eklenerek ‘’haksız tahrik indirimiyle’’ ataerkil yapılar yeniden üretiliyor. Cinayetten sonra ifadesi alınan ya da mahkemede savunma veren neredeyse bütün katiller sözleşmiş gibi hep aynı cevabı veriyor, erkek kimliklerinin ‘’tahrik edildiğini’’ söylüyorlar.

Ve kadın cinayetlerini’’namus cinayeti’’ olarak tanımlayan/kabullenen toplumsal bellek, kadını kendi ölümüne davetiye çıkaran kişi olarak görüyor. Mardin de onlarca kişinin tecavüzüne uğrayan daha reşit bile olmamış kız çocuğunun faillerine ancak birkaç yıl ceza veren zihniyet ile kadın cinayetlerini cezalandırmaya çalışan kafa her ne kadar kendisinin farklı yere koysa da, Selçuk Üniversitesinde ahkam kesen akademisyen bozuntusundan farklı değildir. Sonuç itibariyle erkekleri ağır biçimde tahrik eden de kadındır, tacize yol açan tecavüze davetiye çıkaranda. Bizim salyalı erkek ağızlarımızın ve yıllardır bastırdığımız libidomuzun olayda hiç rolü yoktur.

Haftayı doğruluğuna pek inanmadığım bir trajik komik bir haber ile kapatalım. ‘’Öldürdüğü eşini yeni yaptırdığı evin temeline gömen adam, sorgusu sırasında polise ; Evi benim üzerime yap demişti, bende yaptım demiş.



3 Mart 2011 Perşembe

GÜÇ...

Birim zamanda yapılan işin hapım hızına güç, harcanılan çabaya ise enerji denilmektedir. Fizik biliminde kullanılan en yaygın güç birimleri, Newton, Watt ya da beygir gücüdür.

 İnsanoğlu yerleşik yaşam kültürü ile birlikte artık toplayıcı konumdan üretici konuma geçince nerede akşam, orada sabah alışkanlıkları da bitmiş. Yan gelip yatmaktan çalışır durumda bulunca kendini, doğal olarak işin kolayını bulmak için uğraşıp durmuş. Önce uzunca bir süre evcilleştirdiği hayvanları olaya ortak etmiş. Ürettikçe tüketen bir toplum olma yolunda hızla ilerleyince işin içerisine makineler girmiş ki üretim coşmuş. O gün bu gündür gücünü harcayacak bir yer bulamayan insanoğlu ya spor salonlarına koşmuş ya çeşitli oyunlar icat etmiş ya da birbirini dövüp durmuş.

            Güç bazen paraya sahip olmaktır. İncecik pazularına, sıskaca bedenine ve korkak bir yüreğine rağmen büyük bir gururla bakabilme lüksüdür, çevrendekilere. Sen benim kim olduğumu biliyor musundur? Sen uzaklaşıp gittikten sonra adamlarının halletmesidir bütün kirli işleri.

            Bazen silaha sahip olmaktır güç. Tüm yırtıcılar içerisinde bizi besin zincirinin en tepesine taşıyan donanımdır. Etçil ve otçul dünyamızda bütün türler hızla yok olup giderken bizim hızla artmamızın altındaki sihirli güçtür. Bütün Uzakdoğu sporlarını etkisiz kılan uzaktan her şeyi halletme becerisidir.

            Bazen güç cinsiyettir, erkeklikten gelen ayrıcalıktır. Yaradılıştan bu yana aile denen çekirdek yapının devamlılığı için gerekli bir koruyucudur. Haktır, hukuktur, bilendir. Ekonomisi kötü giden orta ya da alt sınıf halkın ekmek getireni ve kuralı koyanıdır kendince.  Geleneksel Türk aile yapısının ürünü olan ve erkek çocuklarına sağlanan sınırsız özgürlük ile beslenen çocuk yetiştirme tarzımız, toplumsal buhranlar ile birleştiğinde sonun da elleri silahlı ve bıçaklı canavarlar yarattı. Kocasından uzun zamandan beri şiddet gören ve artık canına tak edip boşanma talebinde bulunan birçok kadın birer birer öldürülüyor. Kendisini güçlü gören kocaları ya da sevgilileri tarafından.

            Demokrasi denilen mekanizmayı işler kılan donanımlardan en önemlisi herhangi bir neden ile güçlü olanın güçsüz olan üzerine kurduğu baskıyı engelleye bilmektir. Ama herkes için eşit ölçüde yaşama hakkına sahip olmasını ön gören kurallar zinciri her şeyi ile insan uygulamalarında bitiyor. Kafamızda oluşturduğumuz devlet kavramı kendisini her zaman erkek olarak görmüş olmalı ki işlenen kadın cinayetlerinde hiçbir zaman yeterli cezalar verilmiyor. Türk Ceza Kanunu’nun 81. maddesi, kasten adama öldürme için ağırlaştırılmış müebbet hapsi veriyor. Ama mahkemeler, TCK’ın 29. maddesindeki ‘’haksız tahrik indirimini’’ devreye sokarak kadın cinayetlerine indirim uygulamaya devam ediyor. Töre cinayetleri serisine şimdide şehirli yaşamımızın getirdiği kıskançlık ve aşk cinayetleri eklenerek ‘’haksız tahrik indirimiyle’’ ataerkil yapılar yeniden üretiliyor. Cinayetten sonra ifadesi alınan ya da mahkemede savunma veren neredeyse bütün katiller sözleşmiş gibi hep aynı cevabı veriyor, erkek kimliklerinin ‘’tahrik edildiğini’’ söylüyorlar.

Ve kadın cinayetlerini’’namus cinayeti’’ olarak tanımlayan/kabullenen toplumsal bellek, kadını kendi ölümüne davetiye çıkaran kişi olarak görüyor. Mardin de onlarca kişinin tecavüzüne uğrayan daha reşit bile olmamış kız çocuğunun faillerine ancak birkaç yıl ceza veren zihniyet ile kadın cinayetlerini cezalandırmaya çalışan kafa her ne kadar kendisinin farklı yere koysa da, Selçuk Üniversitesinde ahkam kesen akademisyen bozuntusundan farklı değildir. Sonuç itibariyle erkekleri ağır biçimde tahrik eden de kadındır, tacize yol açan tecavüze davetiye çıkaranda. Bizim salyalı erkek ağızlarımızın ve yıllardır bastırdığımız libidomuzun olayda hiç rolü yoktur.

Haftayı doğruluğuna pek inanmadığım bir trajik komik bir haber ile kapatalım. ‘’Öldürdüğü eşini yeni yaptırdığı evin temeline gömen adam, sorgusu sırasında polise ; Evi benim üzerime yap demişti, bende yaptım demiş.

23 Şubat 2011 Çarşamba

CEMRE..

Cemre, kelime karşılığı olarak kor halindeki ateş anlamına gelmektedir. Diğer bir anlamı ise, Müslümanların hac sırasında Mina vadisinde attığı taşlardan meydana gelen yığındır. Divan şairlerinin, cemre zamanlarında baharın gelmesi dolayısıyla, önemli kişilere yazdıkları övgü şiirleri de Cemreviye olarak bilinmektedir. Meteorolojik bir olay olarak bilinen cemre ise takvimlerde ilkbahardan önce birer hafta aralıkla havaya, suya ve toprağa düştüğü inanılan ısıtıcı (ısıl) güç veya sıcaklık yükselmesi olarak tanımlanır.

Bazı kaynaklara göre, cemre sözcüğüyle adlandırılan sayılı günlerin, takvim klimatolojisine nasıl girdiği bilinememektedir. Cemrelerin, yılın 180 gün süren soğuk yarısı olarak ayırt edilen Kasım döneminin 100. gününden sonra, sıcaklığın yükselmesiyle ilgili gözlem birikimini, kora benzetilen bir enerji kaynağıyla açıklama düşüncesinden kaynaklandığı söylenebilir. Birinci Cemrenin 20 Şubatta havaya, İkinci Cemrenin 27 Şubatta suya, Üçüncü Cemrenin 6 Mart’ta (artık yıllarda 5 Mart) toprağa düştüğü varsayılır.
Birinci cemre geçtiğimiz hafta içerisinde düştü ve muhtemelen siz bu yazıyı okurken ikincisi de suya düşmüş olacak. Neredeyse uzun bir sonbahar havasında yaşadığımız kışın sonuna gelmiş bulunmaktayız durum itibariyle. Akdeniz vari bir iklimime gidiyoruz, kanımca. Hepimizin kış kışlığını bilmeli sözü boğazımızda düğümlendi kaldı. Sanki hiç kimse gelen bahara karşı heyecan duymuyor gibime geliyor. Bütün toplum düşen cemreleri değil de gelecek olan baharın ve yazın ne kadar bereketsiz/verimsiz olacağından dem vurmakta.

 Malum gelişmekte olan bir ülkenin gelişmekte olan bir şehrinde yaşıyoruz efendim. Tüm gelişmekte olan toplumlar biraz bilimsel kafadan yoksun ve daha çok gösteriş budalası bir hava takınıp durmaktayız. Belki de şehrimizin Konya, Kayseri, Denizli ve Bursa gibi şehirlerin sosyolojik yapısına bu kadar benziyor olması bunun en doğru kanıtıdır. Bilen bilmeyen ki daha çok bilmeyen tüm ağızlar, yıllarca sonra öğrendikleri şeyleri birkaç hafta ağızlarında sakız kıvamına soktuktan sonra bir daha alamamak üzere uygun bir zemine atıp uzaklaşırlar. Bu aralar favori kelimemiz ‘’Küresel ısınma’’ bir çoğumuz meteorolog yada iklim bilimci, kimimize göre; İklimimizi bu barajlar mahvetti. Bir başkası için tüm günahların sorumlusu, küresel ısınma daha da ileri gidip ozonu delenler suçlanmalı diyenler oluyor. Kent halkı olarak kullandığımız yüksek oranda kömürle ve iki yüz metre uzağa bile yürüyerek gitmeye üşenen tavırla küresel ısınmaya büyük katkılar yaparken ve çocuklarımızı tamamen bu bilinçten uzak yetiştirirken, böyle cümleler ile spor yorumcuları edasına girmemiz, herhalde sonradan görmeliğimizin en büyük kanıtı. Ne diyelim belki bir gün bizde muasır medeniyetler seviyesine ulaşır ve bilim denen şu deneysel dünyaya bodoslama bir dalış yaparız. Yâda tüm tartışmalardan uzaklaşır, Şubat çıkmadan bir sürpriz yapıp bir de bakmışız ki bembeyaz bir örtüye bürünmüşüz bu hafta.

Cemre sanırım geleneksel terminolojimize Orta Asya kültürümüzden, Şamanist geleneklerimizden girmiş bir kavram. Kendimi bildim bileli benim için hep mistik bir yönü vardır. Umut ya da yeni bir fikir gibidir. Yüreğimize ya da zihnimize düşen. Bir tohum gibidir, toprağa ya da rahim’e bırakılan. Yenilenmek gibidir, canlanmaktır. Çatlayıp çıkmaktır metrelerce derinlikten dışarıya. Tıpkı yeniden canlanan yaşama sevinci gibi önce kalbimize sonra aklımıza takılıp kalan. En son toprağa düşmek gibidir tüm yaşayan organizmalara.

Ortadoğu halklarının kalbine bir cemre düştü yaşadığımız şu günlerde. Önce kalplerine düştü sonra tüm öfke samimiyetleri ile zihinlerine. Meydanları doldurdular olanca güçleri ile ve sağanak olup yağdılar yıllarca kendilerini uyutan karakışa inat. Tüm adını demokrasi ile süslemiş baskıcı rejimler bir bir yıkılıyor, domino taşları misali. Ve tüm insani değerlere inanmış yürekler heyecanla düşecek son cemreyi bekliyor bütün insanlık adına. Adına demokrasi dediğimiz bu son cemreye, tüm topraklara düşecek ve umutla yeşerecek. Bütün bu öfke ve inancın yaratığı bilinç ile sömürüden uzak kendi kaderlerini tayin ettikleri ve insanca/ hakça bölüştükleri son cemreye.

Ne diyeyim bir son söz yerine, Antep ağzından bir deyiş ile ‘’appiside bizim ileri demokrasimize’’. Yada şiirsel bir söylem ile ‘’ Belki şehre bir film gelir, bir güzel akşam olur, iklim değişir Akdeniz olur, hadi gülümse…

15 Şubat 2011 Salı

KAPLAN


Kaplan,  bir memeli hayvan türü ve büyük kediler ailesinin dört üyesinden biridir. Süper yırtıcıdır ve vahşi hayatta bulunan en büyük kedi türüdür. Hint alt-kıtası dünyada yaşayan vahşi kaplanların %80'ine ev sahipliği yapmaktadır. Kuzeyde Sibirya güneyde Hindistan ile Malakka yarımadası arasındaki bölgelerde bulunur. Dünya üzerinde bulunan en büyük ve en ağır kedi türüdür.

Origami,  Japonca "ori" (katlamak) ve "gami" (kâğıt) sözcüklerinin birleşiminden meydana gelmiş olup kâğıt katlama sanatına verilen addır. İsmi Japonca olsa da Çin kaynaklı bir sanat olduğunu iddia eden kaynaklarda vardır. Genellikle kare kâğıt parçalarını kesmeden ve yapıştırıcı kullanmadan, sadece katlayarak, çeşitli canlı ve cansız figürler oluşturarak yapılmakla birlikte, dikdörtgen kâğıtlardan, hatta kâğıt paralardan yapılan modeller de oldukça fazladır.

Geçtiğimiz günlerde CHP’nin yeni genel başkan yardımcısı, Süheyl Batum Silahlı kuvvetler için ‘’ Meğer kâğıttan kaplanlarmış’’ terimini kullandı. Yıllardır hayatın her alanındaki gücüne inandığımız bir kurumun yaşanan olaylar karşısındaki suskunluğunu ifade etmek istedi kendince. Belki de yaşanan her olayın orduya havale edilmesini adet edinmiş bizim gibi gelişmeye çalışan ülke ve demokrasilerde herkesin ağzındaki baklayı çıkarmasını sağladı. Halimize/fikrimize tercüman oldu sağ olsun.

İnsanlık var olduğundan beri toplumları yönetmek ve düzene sokmak için güç ve otorite önemli bir silah olmuş nede olsa insan denen aciz varlık bu iki şeye tapmış durmuş. Ve yöneten ne kadar aciz ise bilgelikten, o kadar zorba ve acımasız olmuş. Bütün büyük korku imparatorluklarında büyük yırtıcılar dolaşmış sokaklarda, meydanlarda. Ve yöneten ne kadar basiretsiz ise aslında o kadar dik dolaşmış dünyevi mekânlarında. Başak ne kadar dolu ise boynu o kadar eğridir deyişini hiç önemsememiş üç günlük iktidarında. Bir gün bir yiğit çıkmış yada adına halk denilen inançlı kalabalıklar. Bir yıkmışlar ki adına kale denilen duvarları/yaşamları içerisinde saman doldurulmuş bebekler, kurşun askerler ve kâğıttan kaplanlar. Büyük insanlık anlatmış dilden dile büyük destanlar ile bütün macerayı baştanbaşa. Ama yinede her dönemde bir kâğıt bulunmuş katlanarak kaplana dönüştürülen.

Mussolini, Hitler, Saddam Hüseyin ve daha nice titrek, kırılgan kaplanlar tarihin önünden bir film şeridi gibi geçmekte. Vahşi kapitalizm çağını yaşamakta olan günümüz toplumlarında aslında her birey karşısındaki rakibi için dişli bir güç iken iç dünyasında kâğıttan kaplan. Milyonlarca amaçsız, yüreksiz ve toplumsal bilinçten yoksun kaplan dolaşıyor sokaklarımızda, giyimleri ile bakışları ile her an üzerinize atlamaya hazır bir kedi. Ama güneş batıp ta herkes kendisine ayrılan bölüme çekildiğinde, açıldığında bütün katlanmış bölümler, buruş buruş bir kâğıttan başka nedir ki insan. Yâda evinde, sokağında, köyünde gerine gerine dolaşan birçok kaplan bölgesinin dışına çıktığında yalnızca uyuz bir kedi.

Son dönemlerde önemli gelişmeler oluyor yakın coğrafyalarımızda. Kendini bir asırdır dünyanın ağabeyi olarak kabul ettirmiş bir kaplan. Kendi yarattığı kaplanlarının yıktırarak yeni kâğıtlar katlayıp durmakta Büyük Ortadoğu için. Adamın işi kolay. Nede olsa dünyada ağaç ta çok selülozda/ kâğıtta ve kaplan olmak isteyende.