Powered By Blogger

29 Aralık 2010 Çarşamba

EŞEK..


İnsanoğlu kendi ya da başkasının yaptığı tük akılsızlıkları her zaman eşeklikle ifade etmiş. Oysaki hayvanları evcilleştirmeye başladığımız yıllardan buyana her zaman bizim yanımızda olan ve her türlü yardımını esirgemeyen bu hayvan birçok insandan daha akıllı ve gereklidir.

Binek yada hizmet aracı olarak kullanılan evcilleştirilmiş toynaklılar familyasından olan eşek, hemcinslerine göre çok daha dayanıklıdır. Tropikal ve orta kuşak çevresi tüm iklim ve yaşam alanlarında türlerine rastlanılan bu kader ortağımızın, Hindistan ve Moğolistan’da yabani, Afrika Savanlarında ise çizgili türleri olan Zebralara rastlanılmaktadır. Özellikle Kuzey Afrika, Meksika, İspanya ve Yunanistan’da dağlık arazilere sahip kırsal alanlar için vazgeçilmez bir taşıt olarak hala hizmet vermektedir. Eşeklerin postları, büyüklükleri ve deri renkleri ülkeden ülkeye değişiklik gösterse de eşeklikleri her yerde baki kalmaktadır.

At ile eşek arasında doğan yasak aşkın meyvesi sayılan ‘’katır’’ ise eşeğin yaşamının başka bir trajik yanıdır. Tıpkı ebeveyni gibi her türlü işe koşulan, dövülen, sövülen bu güzel gözlü hayvan üstüne üstük birde neslini geleceğe aktaramamak acısını yaşamaktadır. Yeni katırlar ancak,birbirini seven ama bir türlü kavuşamayan ve hoş karşılanmayan aşkların yasak meyveleri ile meydana gelmektedirler. 

Aslında hayatımızın makineleşme öncesi dönemlerinin isimsiz kahramanları olan bu hayvanlar hakkında yazılacak çok fazla şey var. Mesela Eşek Kulaklı Midas diye tarihsel bir kişilik var Anadolu topraklarında. Bu adam, Gordion kentinde yaşamış efsanevi Frigya kralıdır. Kral oluşu, yaşamı ve ölümü üzerine çeşitli mitolojiler yazılmıştır. Yaşamı boyunca acılar çekmiş olan Midas ‘’eşekkulaklarıyla’’ ya da dokunduğu her şeyi altına çevirmesi ile ünlenmiştir. Aslında, Anne karnında geçirdiği bir hastalık sonucu asimetrik kulaklara sahip olan ve kulaklarını hep gizlemek zorunda kalan bahtsız kral, bütün zenginliğine rağmen her zaman gizliden gizliye halkı tarafından dalga geçilen biri olmuşmuş.

Ayrıca eşeğin çok iyi bir yol yapım mühendisi de olduğu bilinen bir gerçektir. Serbest araziye bırakılan eşek yolun geçeceği en uygun eğim koşullarını belirleyerek, birçok ölçüm cihazının sonuçlarına şaşırtıcı derecede benzeyen eğim değerlerine sahip yollar çizermiş. 1950’lerde ülkemiz dört bir yanını karayolları ağaları ile sararken. Amerika’dan gelen mühendisler eşekler ile yapılan yol belirleme çalışmalarını gördüklerinde, ‘’Peki eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz?’’ sorusunu sorma gafletinde bulununca, bizimkiler; ‘’ İşte o zaman yabancı ülkelerden mühendis getiriyoruz ‘’ demişler.

Dilimizde kızılan, kişilere söylenen o kadar çok deyim ve atasözü var ki; aslında eşeklik nerede ise hayatımızın bir parçası. Eğer bir büyüğe danışmadan iş yaparsak ‘’ biz eşek başımıyız’’, Öteki dünyayı tarif ederken ‘’eşek cenneti’’ , birisini uzun süre dövüp eşeği suya gönderip sudan gelinceye kadar haşat etmek, beğenilerimizin tutmaması durumunda ‘’ eşek hoşaftan ne anlar’’, başına fena iş gelmiş kişilere ‘’eşekten düşmüş karpuza dönmüş’’ sevgimizi ifade ederken eşek sıpası, kızgınlığımızda sıpayı büyütüp eşek oğlu eşek  gibi deyimler, bize duygularımızı tercüme etmede yardımcı olmuşlardır.

Eşek edebiyatımıza da yer yer girmiş, birçok roman ya da hikâyemizde yardımcı rol oynarken Divan edebiyatımızda, hiciv sanatının şaheseri sayılan ‘’Harname’’ adlı eserde hak ettiği yeri bulmuştur. Ünlü dönem edebiyatçısı Şeyhi tarafından yazılan bu eser, odun ve su taşımaktan bıkan, zayıf, hasta bir eşeğin öyküsünü anlatmaktadır. Çelebi Mehmet tarafından kendisine verilen köye giderken yolda eşkıyalar tarafından soyulan yazar bu olay üzerine yazdığı ‘’Eşek name’’ ile kendi yaşamından kesitler anlatmaktadır.

Ülkemizde birçok yerde ıssız bırakılan adalara eşek adası denilmektedir. Bunlardan en ünlüsü çeşmeye tekne ile yaklaşık bir saat uzakta olan tertemiz koyları ve konuksever eşekleri ile yat gezileri için ideal bir yer olan Eşek Adasıdır. Bildiğiniz üzere tüketim toplumunda her türlü canlıyı posası çıkana kadar çalıştıran ve çaptan düştükten sonra onları bir kenara fırlatan sistem dediğimiz mekanizma, eşeği de hak ettiği yerlere göndermiştir. Yaşlandıktan sonra ya başıboş, insandan uzak, adalara postalanan ya da kırmızı et fiyatlarını düşürmek için soframızdaki yerini alan bu hayvan, ölümü ile de bize hizmetini sürdürmektedir. Sucuk ile eşeğin özdeşleşmesi ve tarihimizde eşek kesen kasapların önemli yer tutması boşuna değildir.

Geçen günlerde Mardin Belediye Başkanının yaptığı bir açıklama oldukça dikkat çekici idi. Yapılan basın açıklamasında, kentin dar ve merdivenli sokaklarında çöp toplama işlerinde kullanılan ve kadrolu olarak istihdam edilen eşeklerden bir kısmının yaş haddinden dolayı emekliye ayrıldığı bildirildi. Bir yıldan beri boş kadroları dolduracak eşekler aradıklarını ve ülkemizde bu eşekleri bulamadıklarını ifade eden yetkililere, sonunda müjdeli haber eşeklere hala gereken değeri veren İtalyanlardan geldi. İtalyan büyük elçisi Carlo Marsili tarafından ülkemize gönderilecek olan 15 adet eşek gerekli hizmet içi eğitimlerini aldıktan sonra kadrolu olarak göreve başlayacaklarmış. Ayrıca yetkililer, eşeklerin erkek ve güçlü olasına dikkat ettiklerini sözlerine eklediler.

Bir de çocukluk ve gençlik yılarımızın vazgeçilmez oyunu uzuneşek var efendim. Hepimizin bildiği üzere oyuna tarafsız kalan bir yastık ve sayısız erkek ile oynanır. En zayıfların en öne dizildiği ve irinin zayıfı ezerek çökertmeye çalışıldığı bu oyunda amaç olanca güç ile altta kalana abanmaktır. Temel strateji en zayıf halkaya abanıp basınç uygulamaktır. Eğer eşek grubu üzerine uygulanan bu basınca dayanıp doğru tahmini yapar ise (tek mi? çift mi?), eşek gurubundan eşeğe binen guruba yükselirler,( sosyoloji de dikey hareketlilik). Adrenali yüksek ve acılı ama oldukça gerçekçi bir oyundur.

Geçtiğimiz hafta içerisinde Orta Doğu Teknik Üniversitesinde bir konferansa katılan Başbakanımızın ziyaretini protesto eden bir grup öğrenci kurulan polis barikatını yastık yaparak uzuneşek ve birdirbir oynayarak eylemlilik tarihine farklı bir sayfa açmış ve bu yazının yazılmasına vesile olmuşlardır. Eylemde emeği geçen tüm öğrenci arkadaşlara özellikle eşek gurubuna çektikleri çilelerden dolayı teşekkürü bir borç bilirim.


SINIR


Bir başkasının bitiği yerde başlamak ya da birini, bir yeri diğerinden ayırmak. Bazen bir çizgi, tel örgü veya zihinlerde oluşan ötekilik duygusu.

İnsanoğlu olarak ilkokula başladığımız günlerden beri hemen hemen her yerde karşımıza iki çeşit harita çıkar. Türkiye Fiziki ve Siyasi haritaları. Fiziki demek doğanın belirlediği, çizdiği, kısıtladığı bir olgu. Ama iş Siyasiye gelince, işin içerisine biz giriyoruz ki maalesef her şeyi ile doğaya ters. Sınırlar tamamen yapay ve izafi. Çok nadir olarak yerşekileri ayırıyor iki yüzden fazla ülkeyi. Hepimiz Afrika Siyasi haritasına bakmışızdır. Sınırları cetvellerle çizilmiş, bir gün birde bakılmış ki karşı köyün kabilesi ayrı bir ülke yapılmış. Belki kız alınıp verilmiş ya da hayvan otlatılırmış karşı yaylalarda. Ama bir günde diğer taraf yada öteki olmuşsunuz. Geçmek istemişsinizdir, eskiden sizde olana belge istemişlerdir. Garibinize gitmiştir. Doğanın verdiğini bir gecede cetveller ile elinizden almaları.

İnsan yabancı bir ülkeye gittiğinde sınırda başlıyor her şeyi ile ülke. Sınırıyla, görevlisi ile özeni ile düzeni ile karşılıyor sizi, sınırdakiler. Aslında ne garip değil mi? Bir adımla değişiyor her şey, sanki başka bir canlı grubu yaşıyormuşçasına, yasalar, düzen, yönetim, duvarlardaki büyük resimler, gönlere çekilen farklı renkte simgeler. Her şey ne kadarda doğal ama yinede bir garip gelmiştir bana hep. Başka memleketlerin başka başka halleri. Bakın adetler ya da yaşam biçimlerine bir şey demiyorum. Çünkü onları üreten ya da farklılaştıran doğanı ta kendisi. Bırakın Dünyayı aynı ülke içerisinde bile bu farklılıklara rastlamak ne güzeldir. Ancak işte iş bir birine benzer olanı ayırmaya gelince o zaman insanın içi acıyor ve o zaman sınır gerçek anlamda sınırlayan oluyor. Sizden olanı ötekileştirmek gibi bir çaba halini alıyor ve işte o zaman her şeyin bittiği yere varılıyor.

Tarafsız bölge diye bir şey var, kara sınırıyla ayrılan ülkelerde bazen mayınlı bazen de uçsuz bucaksız, bakımsız sahipsiz. Diğer ülkeler arasında bu sınırın kilometresel bir ölçütü var mıdır? bilmem ama beni en çok şaşırtan yerlerden birisi Suriye ile Lübnan arasındaki tarafsız bölgenin uzunluğu idi. Nerede ise on km den uzun olan bu bölgede herhangi bir yerleşme veya bir iktisadi teşebbüs doğal olarak yok. Sahipsizlik bitki örtüsü de dahil tüm yüzeye adeta sinmiş ya da biz öyle görüyoruz. Belki de doğa için en iyisi de odur beklide biz yokken yaşadığı milyarlarca yılın hazını böyle alıyordur. Ve bir gün tüm yeryüzünde görmek istiyordur bu aidiyetsizlik duygusunu.

İmparatorluk toplumları çağında sanki daha güzelmiş her şey, daha az sınır ve sınırlar daha doğal. Tarih öğretmelerimiz anlatırlardı hep bilmem ne devleti ötekini de alınca çöle kadar uzandı ve doğal sınırlarına ulaşmış oldu, diye.  Düşünsenize yaşadığınız toprakları ya koca bir okyanus bitiriyor ya da gökyüzüne kadar uzanmış bir dağ. İsteseniz de daha ötesi yok. Gözünüzü bürüse de toprak hırsı yapacak pek bir şey yok. Bazen insanın şu Fransız Devrimine kahredesi geliyor ya da Wilson ilkelerine. Neymiş efendim milletler kendi kaderini kendi belirlemeliymiş. Yan yana yaşayan herkesin kaderlerini beraber belirlemesine olan yoğun inancım ile bu ifadeye kesinlik ile katılmıyorum. Bir insan topluluğunu yalnızca kendisinden olanı sevmesi ve diğerini sınırlar ile kendisinden uzak tutması insanlığımızın ulaştığı şu yüksek teknoji birikimi çağında aklı başında olan her insana garip gelmelidir diye düşünüyorum.

Geçen haftalarda İspanya da Bask özerk bölgesin de ayrılma talebiyle milyonlarca insan olaysız bir gösteri gerçekleştirdi. Sanırım talep dünyanın geri kalanı ile aynı Batının yani egemen yönün, doğuyu sömürmesi. Barselona gibi dünya güzeli bir kentin Katalanlar tarafında kalması tüm İspanyolların hoşuna gitmeyecektir. Ancak başka bir millette bile yaşanması ayrılığın ve bölünmesi yeryüzünün insanın canını sıkıyor. Ve insan kendine şu soruyu soruyor ‘’ Ne olacak yani işin sonu, Yunan şehir devletleri gibi mi? yaşayacağız her kabile ayrı bir kent.’’ Masalarda olur ya bir zamanlar ülkenin birinde diye başlar. Ve bütün masallara yetecek kadar ülke vardır. Derebeylik şatolarında yaşayan her halk bir ülke ve yalnızca masalarda kalması bir temenni.

Bu paragraf son olsun bu haftaya ama sınır olasın lütfen benim ve okuyucunun adına yalnızca bir kahve ya da çay molası uzunluğunda. Eskiden kısacık oturup gitmeye ‘’ Bir cıgara içimliği uğradı gitti’’ derlerdi. Sigara içmiyorum ama tekrar görüşmek en büyük arzu olsa gerek.

SONBAHAR..



Baharların kısa sürüp keskin mevsim geçişleri yaşanan bir kentte, tadına doyamadığımız bir ılımanlık durumu  . Bütün sanatsal ürünlerde hüznün neredeyse eş anlamlısı sayılan bir turunculuk ve kahveye dönüşme biçimi. Doğanın, insanın ve sanki cansız nesnelerin bile uykudan önceki mahmurluk halinin tiyatro sahnesi.

İlkokulda mevsim tablosunu ezberler iken hep şöyle bir sıralama tekrarlanırdı. ‘’İlkbahar, yaz, sonbahar,kış’’. Oysa ki takvimsel anlamda başlangıcımız kış, yani yeni yıl kışın geliyor. Ancak doğanın bize verdiği başlangıç mesajı her zaman ilkbahar’ı başlangıç olarak kabul etmek üzerine olmuş ve birçok toplumda da bütün başlangıçlar bahar ile beraber kutlanmış. Nevruz/Newroz/Yeni gün/Paskalya/Hıdrellez gibi. Ancak nerdeyse okullara şartlanmış, öğretmen, öğrenci veli üçgenine dönüşmüş hayatımızda asıl yıl başlangıcı Sonbahardır. 2010 – 2011 dönemi başlangıcı ile umutlarımızı asıl yeşerten mevsimdir kendileri. Yeni defter, kalem, kitap alırken en güzellerini seçmek ve buna bu yıl her şey daha güzel olacak, yeni bir başlangıç yapacağım diyebilmek için bahane yarata bilmek durumudur. Haziran ayında ayrıldığımız tüm dost ve arkadaşlarımızı yeniden görebilmek için en güzel andır. Tüm özlemlere parkların yardım ve yataklık yaptığı, üç aydır burnumuzda tüten sevgililerin utana sıkıla elini tutmaya çalışmaktır. Şimdi nasıldır bilmem ama eski öğrencilerde bütünlemeye kalıp öğretmenler kurur kararı ile geçmek için dua veya yalakalık etmektir. Belki lale, sümbül, gül devri değil ama başka açıdan Akademik umutlarımızın tazelenme devridir. 

Aslında son bahar en çok eylül ile anlam kazanır ve en çok eylül ile tanımlanır.’’Hani tabiî ki ilk aydır ilk göz ağrısıdır’’dersiniz belki. Başlangıç olmanın verdiği avantajın dışında bir şeydir bu. Hani bütün kâğıt mendillere selpak deriz ya, ya da bütün tıraş bıçakları jilet’tir. İşte öyle bir şey eylül, sonbahardır.

Süryaniler ‘’Aylül’’ derler yani üzüm ayı, bağbozumunun tam zamanı . Üzüm suyunun kendini bakterilere teslim edip beklide en güzel içeceğe dönüştüğü aydır yani. Latince ‘’Septem’’ yani ‘’Yedi’’ teriminden türetilen, ‘’September’’demektedir tüm İngilizce konuşan halklarda. Yedinci aya karşılık gelen eski Roma takviminden kalma bir alışkanlık ile dokuzuncu ayı yaşasak bile aynı biçimde devam etmiştir.

Biz kuzeyliler dünyayı anlarken veya anlamlandırırken hep kendi tarafımızdan bakarız, yada beklide kürenin güney kısmı da bizim gibi bakmakta. Eylül aslında yalnızca bir sonbahar ayı değil dünyanın tersi küresinde ilkbahar dönemine karşılık geliyor. Yani bizim Mart ayın da ne oluyor ise onlar oluyor, doğaya, insanlara hayvanlara, bitkilere. Sevgili güneşimiz yaklaşık olarak aynı açıyla düşmesine rağmen eylül marttan en az on beş derece kadar daha sıcaktır. Eylül mirasyedi bir yüksek zümre beyefendisidir. Yazdan kalanın taşıyıcısıdır. Toprağın, taşın, suyun son noktaya kadar ısısına sahip olmasıdır. Yazdan kalan ile hava atmasıdır, son baharın tüm aylarına.

Bütün müstakil mahallelerde sokak aralarına serilen açkılar üzerinde dolmalık patlıcan yada salçalık biber ayıklamaktır komşular ile. Kötü niyetin zehirlemesidir bazen tüm ahaliyi masum dedikodularda. Akşamları eve sarhoş gelen, başka mahallenin delikanlıları ile göz göze gelen, kocasından yediği okkalı bir tokatla yüzüz gözü şiş gezenin ayıplanmaya çalışılmasıdır, kolektif bir iş ve çene gücü ile.

İlk yağmurdur, aylardan sonra gelen bütün aç kalmışlara. Yağmurun altında yürüye bilmektir ıslanıp ama üşümeden, Yazdan kalan tüm tozun çamura dönüşmesidir, kenar mahallelerdeki sokak aralarında.  Doğru olanın herkese aynı anlama gelmemesi gibi bir şeydir. Pamuğa zaradır mesela ama zeytine can. Doğanın bütün çelişkilerine bir göstergedir.

Dışarıya çıkar iken bir hırka almaktır üstüne, mevsimlik denilen bir giyinme tarzıdır. Mevsim sonu indirimlere bir türlü düşmeyen adı üstünde mevsimlik olan yerini de, fiyatını da hep koruyabilmektir. Sokaklarda özgürce dolaşabilmektir gündüz gözü bizim gibi sıcaktan kavrulan coğrafyalarda.

Kömür satıcılarının önünden geçerken sinirden  dişlerini sıkabilmektir. Yalnızca kredi kartına yapılan taksitlerde, limiti uygun kartlar bulmaya çalışmaktır eşten dosttan. Ülkemizin dört bir yanında kömür çıkarken ve ölürken madenlerde işçilerimiz. Dağlarımız, ormanlarımız parçalanırken aç gözlü girişimciler tarafından. Rusya ya Güney Afrika ya muhtaç olmuş dövize endeksli beklentilerdir. Daire başına en bin beş yüz lira’dır.


Dünyanın hatırı sayılır biçimde ısınmaya başladığı yüzyılımızın son çeyreğinde, daha da belirginleşen bir biçimde iki mevsime doğru giderken ve tüm baharları kaybetmeye başlamışken yeryüzü, bize hatırlattığı tüm güzellikleri ile bir başka güzeldir sonbahar. Ancak bu bahar belki de  yaşayacağımız son bahar….

KENT..


En genel tanımıyla birlikte yaşayabilme sanatının mekânıdır, kent. İlk kentler yaşadığımız coğrafyayı da içine alan Mezopotamya kültüründe ortaya çıkmış diyor tarihçiler. Daha sonra tüm dünyaya yayılmış. Babilon, Efes, İskenderiye, Semerkant, Ur, Hattutaş, Troya tarihe damgasını vurmuş kentler. Peki, nedir kent ya da nedir onu kırdan ayıran. Gelişmiş toplumlarda bir yerleşim biriminin kente kabul edilebilmesi için tarım dışı ekonomik faaliyetlerin orada yoğunlaşması esas alınırken bizim gibi gelişmeye çalışan birçok toplumda belirli bir nüfusa sahip olmak yeterli sayılmaktadır.

Ülkemizde birçok kent aslında kent bile kabul edilemezken, dünyanın en eski kentlerinden birisi olduğunu deklere eder durur. Maalesef kentimizde uzunca bir süre bu iddiasını devam ettirdi durdu. Allahtan değerli bir arkeologumuz çıktı da’’ Hayır efendim yok öyle bir şey, Dülük eski bir kent ama öyle en eski falan değil’’ dedi de milletçe aydınlandık. Ama bu arda ne kadar kişi bilim insanlarının değerli ifadelerini önemsiyor o ada işin ayrı bir trajedisi.

Bazı akademisyenler Türkiye’de en fazla üç beş şehrin kent sayılabileceğini ifade ediyor. Ve insanın aklına şu soru geliyor, ‘’Acaba biz de bu kent tanımlamasına girmekte miyiz’’ diye. İçinizden ‘’ Olur mu canım, bırakın kenti metropol kentiz’’ diyenlerde olacaktır. Ona da saygımızın olması gerekiyor yazan icabı ama ben affınıza sığınarak üzerinde yaşadığımız bu kara parçasına kent diyememeğimi üzülerek belirtmek isterim. Kendimce tezimi kanıtlayan ifadeler sunmak isterim efendim izninizle.

Kentlerde, konutlara göre yol yapılmaz. Bu işin doğrusu yollara göre konuttur. Bırakın eski yerleşim sahasını, yeni alanlarda (Karataş-İbrahimli) bile birbirine paralel uzanan yol bulabilmek imkânsız gibi.
 Kentlerde, yollar bu kadar saygısızca kapatılmaz, parçalanmaz ve öyle bırakılmaz. Bütün kent bir şantiye sahasına dönüştürülmez.
 Bu kadar kısa sürede bu kadar çok müze açılmaz ve bu müzeler bu kadar uyduruk bir biçimde hizmete sunulmaz.
Kent kabul edilen her yerde insanların gidebileceği yalnızca kitap satılan, okunulan, karıştırılan kitapevleri vardır.
 Kent olarak kendini gösteren her yer, tarihsel süreçte büyük bir sanayi devriminden geçmiştir ve birer işçi merkezleri konumundadır.
Kent konumundaki bir yerde sokaklar, parklar, pazaryerleri ve ortak kullanım alanları düğün, nişan, mevlit, kermes, dernek toplantısı gibi alanlara tahsis edilemez.
Dünyada ki bütün büyük kentlerde eğitim, kültür ve ekonomik gelişme paralel artar. Ekonomik gelişim indeksinde 6 -8. sırada iken sınav başarı oranlarında 80. olunmaz.

Sonuç olarak benim naçizane görüşüm itibariyle, aslında kent değil kocaman bir kasabada yaşıyoruz ve hepimiz tüm çabamıza rağmen birer kasabalıyız. Bu benzetme kasabalıya bir hakaret değil yerimizi bildirmek amacıyla yapılmıştır. Buda böyle biline isterim.

Bir kenti kent yapan yegâne faktör insandır. Kentler vardır insan kaynar meydanı, sahili, fabrikası, okulu. Kentler vardır, kırık döküktür, suçluluktur. Düşünsenize yaşadığınız kent bir gecede boşalıyor. Kıbrısın Maraş bölgesi otuz beş yıldır boş her şeyi ile anıları da dâhil. Tüm turizm, bankacılık ve eğlence endüstrisi yatırımlarına rağmen bomboş ve iç sızlatan. Bir kent düşünün tüm kültürel zenginliği ile birbirine düşman bir gecede. Yaratılan tüm zenginliğe rağmen yıllarca harap ve paramparça Beyrut gibi.  Dövülmüş çocuklar gibi gözlerinin ardında hüzün. Tüm zenginlik, lüks ve doyasıya eğlenceye rağmen, paramparça. Çok makyaj yapmış geçkin kadınlar gibi.

Bir kenti kent yapan yaşanmışlıklardır. Belki de daha başka ve büyük ve kent gibi kentlerden bizi çekip getiren bu. Belki de yıllar sonra bitirdiğimiz lisenin duvarına elimizi sürdüğümüzde ya da platonik ten faaliyete geçmek üzere olan ilk aşkla göz göze gelinen mekânı tekrar gördüğümüzde tüylerimizde oluşan ürpertidir.

Bir kenti kent yapan her şeyden önce ona inanmaktır. Bu inanç ışığında tasarılar yapmaktır, hayaller kurmaktır. Geleceğini inşa etmek için çaba göstermektir. Bazen yeni bir kent için kent(d)ini feda etmektir. Yazının başı sonu olsun efendim kent birlikte yaşayabilmektir birlikte. Ama tüm renkleri koruyarak.

GÖÇ..

Başkası olmak, başkasının topraklarında. Bir başka yönden baktığımızda özlem duymak sıla denen doğum yerine. İnsanoğlu göçebe bir varlık, doğamızda var, başka yerlerde olmak. Ama göç bir sabitten diğerine gitmek. Göç etmek ile göçebe olmak ayrı şeyler aslında.

Dünya nüfusu sürekli yer değiştiriyor, kırdan kente, kentten kente, geri kalmıştan gelişmekte olana, gelişmekte olandan gelişmişe azda olsa bu durumun tersleri. Tanrı bize baktığında bizim bir karınca ocağına baktığımızda gördüğümüz şeyi görüyordur muhtemelen. En belirgin neden ekonomik ya da en kolay sığınma biçimi. Bizim gibi yaşadığı yeri güzelleştiremeyen her toplum adımı hemen güzelleştirilmiş toplumlara ya da Allahın özenle yaratığı topraklara doğru atmakta ki buda bir toplumun başına gelecek en büyük yıkım. Aslında göçlerin en önemli nedenini aşağılık kompleksi olarak görmekteyim. Özellikle televizyon denen en yaygın iletişim canavarı bize başkalarını en şirin haliyle göstermekte ve genç dimağlarımız bu şirinliğin hayali ile yanıp tutuşmakta ve içinden her fırsatta bekle beni büyük şehir bir gün geleceğim teranesini büyük bir heyecanla fısıldamaktadır.

Sağ olsunlar devlet büyüklerimiz sayesinde aslında artık bütün köyler bir şehir edasında televizyon, uydu yayınları, internet ve hayatı kolaylaştıran tüm cihazlar emrimize amade. Ama birçoğumuza göre kırda yaşamak hala çok zor. Çünkü biz gelişmekte olan ülkenin taze soğanlarıyız artık. Alışveriş merkezlerine gitmeli, lüks mağazaların vitrinlerine bakmalı, trafik denen karmaşayı ve egzoz kokusunu tüm benliği ile hissetmeliyiz. Şehirde yaşamalıyız tarlalarımız boş kalsa da, ıssız kalmalı meralarımız et fiyatları zirveye tırmansa da.’’ Şehirde yaşamayana kız vermem’’ demeli. Yedi göbektir kırsalda yaşayan ebeveynlerimiz. Ve üç kuruşluk asgari ücret bile yetmeli bize gecekondu köşelerinde yaşarken. Hafta sonları köyden erzak göndermeli yaşlılar. Kısada olsa uğranmalı bazı zamanlar taze sütün, sebzenin meyvenin hatırına.

Yıl bin dokuz yüz elliler, hala toprak sorunu çözememiş bir ülke, binlerce topraksız insan ‘’ırgat’’ , köle ama yinede karın doyuyor. Birde bakıyorsunuz on binlerce traktör iniyor okyanusun öte yanından inen gemilerden. Traktör bereket, daha fazla ürün daha fazla arazi demek. Ama bir traktör, yüzlerce işsiz ve aç, açıkta kalmak da demek. O zaman sar sırtına yorgan döşeği atla trene ver elini taşı toprağı altın şehir. Dağıl, parçalan kaybol ama en azından karnın doysun. İşte sayın okur dünyanın birçok memleketindeki ortak acı. Modern derebeylikler hızla büyüyor bütün dünyada ve genişliyor tarım çiftlikleri ve tüm hızıyla devam ediyor göç, kente yada kentin yakınındaki modern köylere

Efendim birde savaşlar var iç ya da dış. Düşman bir başkası yada karşı komşu ne olursa olsun her yönü ile bir başka acı. Göçmek var savaş yüzünden mülteci olmak var sana yabancı topraklarda teller ile çevrilmiş kamplarda. İnsana en çok dokunan bu olsa gerek istemesek de yabancı, muhtaç. Bu gün dünyada yaklaşık on milyon insan mülteci kamplarında yaşıyor. Kapalı, tecrit, aç ve yoksul ama en çok da çocuk.

Diyarbakır’dan kalkan en fazla on beş kişinin binebileceği minibüse eşyalarda dâhil otuz kişinin binmesi ile başlar her yaz başlarında macera. Amaç para kazanmak amaç kışı geçirmek. Herkese bir iş düşer nasıl olsa. Çocuklar okulu mayıs ayında bırakmalı, nasıl olsa kasımda başlarlar. İstikamet Karadeniz de fındık, Çukurova da pamuk, Ege de tütün, Gemlik te zeytin. Dört bir yanında dört bir iklimin yaşandı cennet vatanımızda Allaha şükür ki iş çok. Zaten atalarımız da göçer değil mi. Varsın gidilen yerlerde insan muamelesi göstermesinler ya da çadırları köyün dışına, bataklığa, dere kenarına kurdursunlar, sinekte neymiş aç kalmanın karın ağrısı yanında. Göçmek lazım çünkü ekmek lazım bize cennet vatanımızda.

Sevgili yazarımız Orhan Kemal’e ayırdık bu haftaki yazar köşemizi, bu sayfadan o sayfaya derin bir şükran sunarak bitirmek istiyorum bu haftaki malum köşemizi. Sağ olasın Orhan ustamız bize göçü ve göçerleri tüm gerçekliği ile anlattığın için ve sağ olasınız bütün büyüklerimiz ısrarsala doğduğunuz toprakları terke etmediğiniz için koskoca köyde bütün yalnızlığınıza rağmen.    

KÜRESEL KAŞINMA



Koca dünyamızın son elli yıldır, ortalama ısısı beklenilenin üzerinde artmakta ve ikiyüzlü politikalar sayesinde bu artışın durdurulması da pek mümkün görünmemektedir efendim. Avrupa ülkelerinde egzoz emisyonlarının azaltılmasından tutun çevre korumaya dair yeni vergilendirmeler ile bu durumu yalnızca bölgesel anlamda engellenmeye çalışılmaktadır.Ancak aynı ülkeler özellikle güneydoğu Asya ülkelerinde kurdukları tesislerde aynı hassasiyeti göstermemektedirler.

            Bütün bu başlangıç cümlelerinden ziyade aslında bu hafta sizinle paylaşmak istediğim konu, yeryüzünün birçok noktasında ve toplumsal alanda yaşanan didişme ve gerginlikler. Y da yeni söylemle küresel kaşınmalar.

Kaşınma efendim hepinizin de bildiği gibi vücudumuzun herhangi bir bölgesinde meydana gelen fiziksel bir olay. Bu durumun birçok nedeni olabildiği gibi hiçbir sebep olmadan psikolojik olarak da bunu hissetmek mümkün. Kentimiz yerel aksanı ile ‘’ gidişmek’’ olarak da ifade edilir. Kaşınmanın özellikle sırt bölgesinde meydana geleni insan oğlunun çaresizliği anlamında önemli bir örnektir. Sorunun çözümünde ikinci bir kişiye ihtiyaç duyulur ya da uygun bir cisimle o noktaya ulaşılmaya çalışılır. Ama başka etkili bir yöntem  de ağaca sırtı dayayıp dairesel hareketler ile malum bölgede rahatlamayı sağlamaktır.
Ancak bu terim her iki söylem biçimiyle de mecazi ifade ile rahat duramamak/ aranmak anlamında da kullanılır. Hepimiz büyüklerimizden ‘’ o yine gidişiyor, başına bir iş gelecek’’ diye bir serzeniş duymuşuzdur.

Birde toplumsal ya da ulusal bazda kaşınmalar var efendim. Şu anda dünyanın bir çok noktasında gerek etnik gerek mezhepsel gerekse basit ekonomik çıkarlar vesilesiyle bir çok toplum gidişmekte. Orta Asya, Eski Sovyet Cumhuriyetleri,Güney Amerika, Balkanlar, Afrika Ülkeleri, Ortadoğu derseniz son yüzyılda o kadar kaşındı ki eskilerin deyimi ile dabaz olmuş durumda. Birde ülkeler içerinde meydana gelen etnik parçalanma eğilimleri kaşıntının en kolay aktörlerine dönüştürüyor bu toplumları. Bütün bu tür kaşınmalarda karşımıza çıkan en büyük problem teşhisin tam olarak konulamaması yada gecikmelere bağlı oluşan, çarşafa dolaşma halleri.
 Dünyamız söylem ve ticari anlamda gittikçe küreselleşirken insanlığımızın hala yerel tabanda  bölünmeye olan merakı bu kaşınmanın en güzel göstergesi. Ama en kötüsü sırtımızın kaşınması ki bu meseleyi biraz öncede belirttiğim haliyle çözebilmek mümkün. Bizim gibi toplumlarda demokrasi denilen efsane tam olarak yerleşemediği için ya askeri darbelerle/dipçikler ile kendimizden bildiklerimiz yoluyla ya da dış kökenli ağabeylerimiz, büyüklerimiz o narin elleri ile kaşımaktadır. Başlangıç tatlı  tatlı meydana gelen bu kaşınma halleri zamanla iflah olmaz bir yaraya dönüşmekte bu da bizi ve yedi göbek geleceğimizi hazin bir sona doğru götürmektedir efendim.

Tipik bir terane vardır, çevremizdeki komşularımızın hepsi bize düşmandır. Bu nedenle her zaman uyanık ve hazır halde bulunmalıyız. Çünkü bizim bizden başka dostumuz ve coğrafya da hiç sevenimiz yoktur. Hızla silahlanmalı ve her zaman savunmaya, eğitimden daha fazla pay aktarmalıyız. Naçizane fikrim, kaşınmalarımızın temelinde de bu tedirgin edilme hali yatmaktadır. Ver eğitime ayırdığımız bütçe düştükçe yayılan bu salgın hastalık hali bizi hızla ‘’uyuz ‘’bir toplum olma haline götürmektedir. Başka bir taraftan baktığınızda bu tür kaşıntılara Diyanet’e daha büyük  bütçeler ayırarak ta çözüm bulmak mümkün diye bakıyor büyüklerimiz. Eğer yeteri kadar din adamımız ve askerimiz olursa bütün korkularımız huzurlu uykulara dönüşebilecek. Ve ne ölüm nede savaşta olabilme ihtimali bize vız gelip tırıs gidecektir.

Birde sayın okur kişisel kaşınma halleri vardır. Özellikle yeni yetme gençlerimiz hızla Polat Alemdar ya da Apaçi kimliğine bürünmekteki, Sürekli teyakkuz halinde  kaşımaya yada kaşınmaya yatkın  bir eda ile dolaşmaktadırlar. Onlarla göz göze gelemezsiniz, yan bakamazsınız ve en önemlisi yan yana aynı anda geçemezsiniz karşılıklı. Sizi öyle bir kaşırlar ki Allah muhafaza vücudunuzdaki her bir hücrenin bir daha değil kaşınmaya ürpermeye bile cesareti olmayacaktır. Bu hazin insanlık halleri de yine bizim gibi gelişmeye çalışmaktan usanmış ülkelerde oldukça yaygın bir tablodur ve eğitimimize ayrılan bütçenin komikliği ile doğru orantılıdır.

Bu hafta konumuz kaşınmak/gidişmekti efendim gerek toplumsal gerekse bireysel anlamda tüm kaşıntılarımıza yüce Tanrıdan acil şifalar dilerken, şu sıcak yaz günlerinde aşırı terlemelere bağlı terin kurumasına bağlı tuz birikimi ile gerçekleşen kaşınmaların konumuz ile bir ilgisinin olmadığını şiddetle belirtmek isterim. Sakin, huzurlu ve meydanlarda gittikçe bayağılaşan propaganda kaşıntılarından uzak bir hafta dilerim.

PİYON


Satranç tahtasının iki ve yedinci satırlarında bulunan ve asli görevi arkasındaki ayrıcalıklı zümreyi korumak olan taş dizisine denilmektedir efendim.

Satranç Hintli bir filozofun bulduğu ve bir çok toplumun yeni şeyler kattığı bir strateji oyunudur. Hindistan’da bulunmuş olması beklide o sınıflı yapının yansımalarını ağır olarak yansıtmasını sağlamıştır. Öndekiler/Öncüler/Fedailer ve Soylular/Yetenekliler. Tam olarak sınıflı bir toplum herkes haddini, yönünü ve durumunu bilmeli ve işi bittiğinde sessizce çekilmeli sahadan. Her ne kadar oyun bittiğinde piyon ve şah aynı kutuya girecektir denilse de, oyun nasıl olsa tekrar başlayacaktır. Birisi öldüğünde her kes arkasından ‘’eninde sonunda  hepimizin gideceği yer orası değimli’’ der ya işte öyle bir şey. Ama asıl olan yaşamdır desem ne dersiniz onu da bilmem.   

‘’Piyonlar satrancın ruhudur’’ diyor, bir düşünür. Yani asıl olan satrancın açtığı yoldur ve asıl savaşı onlar yapar. Bir de zamanla kendini At-Kale-Fil haline getiren piyonlar vardır. Çalışır, çabalar, saçını süpürge eder, karşı tarafın en son sırasına kadar ulaşır. Ve artık piyon değil soyludur, ayrıcalıklıdır. Alsında oyundan çıkar yerini başkasına bırakır ama olsun her şeyden önce görüntüden ziyade başkasıdır. Taklit bir mal gibi sırıtır, bir yerlerinden gizlenmeye çalışsa da oradan olmama halini, mağrur bir ifade ile kazanmıştır zaferini.

 Birde halk içinde muteber kullanımı ile herhangi bir iş ya da oluşta ‘’maşa’’ niyetinde kullanılan kişilere de denilmektedir. Dilimize İngilizce ‘’Pioneer’’ /Öncü teriminden yola çıkarak girdiği söylenmekte olup aslında tam da Türk tipi kullanıma uygun hale gelmiş olması hiç şaşırtıcı görünmemektedir. Sizde dikkat etmişsinidir ki her zaman kendini öne atan girişimci ya da iş bitirici tiplere övgüler dizilse de aslında kendimizden olan insanların bu tip davranışlardan kaçınmasını isteriz. Çünkü akıllı insan öyle her önüne gelen duruma atlamamalı, gözlemlemeli, birileri işi ilerlettiğinde hemen olaya dâhil olmalı ve asıl sahiplenen olunmalıdır.

Bu aralar Geçen sezon bir televizyon kanalında dizi olarak oynamış ‘’Pasifik’’ adlı filmi izliyorum. Birkaç gün süren uykusuzluk döneminden sonra nihayet dün tüm bölümleri bitirdim. Amerikanın Japonya’nın kontrol ettiği adalara çıkardığı askerleri ve bunların şahit oldukları çatışmaları, savaş suçlarını, olumsuz koşuları konu alan filmde, insanlığımızın ulaştığı yüksek uygarlık seviyesine rağmen zaman zaman ne kadar alçaldığımızı ve ilkelleştiğimizi rahatlıkla görmek beni oldukça rahatsız etti. Özellikle cephede çok zor koşullarda savaşan yoksul ve orta sınıf çocukları bir bir ölürken. Diğer tarafta savaş ekonomisinden zenginliğine zenginlik katan ve çocukları genellikle üst düzey subay olan, ensesi ve cüzdanı kalın ayrıcalıklı kitle. Yani piyonlar ve en son savaşan, olayı sahiplenen şahlar. Ya da Filler ve Çimen.

Ben satrançtan ziyade damayı severim. Kareler   yine damalı tıpkı dünyanın paralel ve meridyenler ile bölündüğü gibi sınırlanmış alanlar. Ama bütün taşlarda aynı, herhangi birisinin diğerinden üstünlüğü yada ayrıcalığı yok. Çalıştın uğraştın karşı tarafa ulaştın mı artık damasın ve ayrıcalıklısın. Ama dikkat sen başardığın için böyle oldu bu. Ama satranç ta doğuştan gelir ayrıcalık. Kutudan çıkarken belirlenmiştir kaderin. Düz gideceksin çapraz yiyeceksin ama en çok ta siper edeceksin göğsünü senden üstün olanlara. Her ne kadar aynı kutuya girip çıksan da. Belki hoşunuza gitmeyecektir ama oldum olası satrancı sevmemişimdir. Hep denir ya karşınızdaki kişinin hamlelerini gözlemeli ve birkaç hamle sonrasını düşünmelisiniz. Her zaman bir tetikte olma durumu, her zaman hamle/saldırı/savunma. İnsan böyle yaşayamaz, yaşamamalıdır da.

Üniversitede öğrenci iken deniz kıyısında, güneşin gülümsediği bahar günlerinde dama oynayan yaşlı insanlar ile karşılaşırdım. Bir birlerine bakışlarından ve yaptıkları espriden bile oyunun aslında ne kadar da mütevazı olduğunu anlarsınız. Yıllar sonra Lübnan Saida’da eski ama dar sokaklı evler arasında karşılaştığım aynı yaşlı yüzler beni kırk yıllık dostumu görmüş kadar mutlu etti. Oysa satranç ciddiyet işidir. Mimikleriniz bile önemlidir karşıdaki için. Yerine geçersiniz vezir yada şahın mağrur ve soylu.
Yok efendim ben damadan yanayım her şeye rağmen, sınırlı belki ama sınıfsız.

KIŞ..


Günlerdir beklediğimiz ve her fırsatta kafamızı göğe kaldırarak olanca ciddiyetimizle; ‘’Yok yok bu sene kış, mış geleceği  ‘’ diye serzeniş gösterilerimize rağmen sonunda geldi. Geldi ve olanca kudretiyle kendini hissettirdi. Aslında biz onu hava bültenlerinde ‘’ Yurdumuz Balkanlardan gelen soğuk ve yağışlı havanın etkisine girecektir’’ cümleleri ile tanırdık ama o önce bu sefer Batı’dan geldi. Ve hoş geldi. Günlerce yağdırdığı yağmurlar ile bizi epeyce ıslatarak, başımızda gayet nemli bir yere sahip oldu.
Eskiler ‘’kış doksan gün, on gün karakış, kırk gün Zemheri, kırk günde zahmeti’’ derler. Bu yazı yazılırken karakışın içindeymişiz. Siz  okuduğunuz günlerde ise zemheri başlıyor efendim. Yani güneş ışınları Güney Yarı Küreye en dik bize ise en eğik haliyle düşmeye başlar ki buda bize soğuk, güneylilere sıcak zamanlar demek.

 Oldukça uzun ve sıcak bir dönem geçirdiğimiz yazdan sonra büyük bir özlem ile beklediğimiz üşüme duygusu geldi kapımıza dayandı. Aslında insan oğlu ne kadar da maymun iştahlı. Rahatlık battı bize, sonunda yağmur, çamur, donma riski, nezle grip ve bilumum solunum yolları hastalıkları gibi çileler artık hayatımızın bir parçası. Bundan da usanıp, bekleyeceğiz cemreleri yada yine eskilerin söylemiyle, Arabın devenin karnından çıkmasını.
Artık kömür kalorifer ile iyice ısıttığımız, sıcacık evlerimize sığınma zamanı. Bitti artık parklarda eğleşmeler yada kitle halinde gittiğimiz ormanlar, ağaç gölgeleri altında iştahla yemeler içmeler. Şimdi artık tabiatı ya da yapay cennetlerimizi kendi haline bırakma zamanı. Beklide doğaya yaptığımız onca eziyetten sonra onlarında istediği buydu ve beklide en çok sevinen onlar olacak bu duruma. Artık zamanın efendisi uzun karanlıklar. Ve bu geceler boyunca kendimize, ailemize kalabilme halleri.
Bütün mevsimlerin beklide en ikiyüzlüsüdür kış. İnsanlar arası sınıf farklarının en derin yaşandığı zaman dilimidir. İki yüzlüdür, çünkü; kimimize göre bütün odaları sımsıcak yuvamızda, kestane kebap yapabilmektir. Sarılmaktır içi kürklü montlarımıza ve güvenle basabilmektir yere su geçirmeyen ayakkabılarımızla. Olanca şiddetine ile yağan yağmur damlalarına, camdan kayıp giden su taneleri gibi bakarak  romantizm ile yaklaşmaktır. Camları, koltukları ve içi iyice ısıtılmış dört çekerli arabalarımızda sağa sola su sıçratma lüksüdür. Yada diğer yüzünden bakanlar için sobanın yalnızca bir odada yandığı, çoluk çocuk genç yaşlı bütün kuşakların birbirine kaynaştığı en fazla yirmi metre kareye sıkışıp kalma halidir. Televizyon izlemek, ders çalışmak, kavga etmek, yemek yemek gibi tüm eylemlerin aynı mekana sığdırılmaya çalışılması çabasıdır. Diğer odaya geçerek iklim değiştire bilme beceridir. Çatının damlaması, uzun dolmuş/otobüs kuyrukları, üzerine su sıçrama riski, delik ayakkabılar ve yerinden oynayan kaldırım karolarının kurduğu tuzaklara düşmeden bir yerlere vara bilme çabasıdır. Kimi için sefa, kimisine göre cefadır. Ve bu yüzden ikiyüzlüdür.

Çok sevdiğim bir köşe yazarı, ‘’ kış iki kişiliktir’’ diyor. Sevdiğine sımsıkı sarıla bilme ayrıcalığıdır. Sizden önce birinin yatağı ısıtabilme olasılığıdır. Sabahları kalın yorganların altından, dışarıya çıkamaya çalışma cesaretidir. Yalnızlığa duyulan nefrettir. ‘’Bu yazda evlenemedik ya kör olsun bu bekârlık hali’’ diye söylenip. Yaza geldiğinde haline şükretme değişkenliğidir.

Daha kar yağacak, sabah uyanınca pencereden sonsuz beyazlığa bakacak ve beklide umutla gülümseyeceğiz. Özellikle eğitim – öğretim camiası için kulakları dikip radyodan televizyondan, ‘’Şehrimizde tüm ilk ve öğretim kurumları bilmem kaç gün tatil edilmiştir’’ cümlesini beklemektir. Şahsen en sevdiğim tatildir kar tatilleri. Bütün diğer tatil günlerinin aksine hesapsızdır. Birden bire gelir ve bütün planları alt üst eder. Bütün zamanımızı planlayarak geçirdiğimiz günümüz dünyasına ansızın inen bir ne yapacağını bilememe durumudur. Yine ikiyüzlüdür ama esnaf için zaten dar olan zamanda işlerin kesilmesidir. Tüketimin sekteye uğramasıdır. Daha çok tüket ki mutlu olasın ve bizde daha çok üretelim anlayışına inen keskin bir baltadır. Yollardan greyderlerin karları kaldırım kenarlarına itmesi, işgüzar dükkân sahiplerinin ise kürekle geri yola atması çelişkisidir. Alışveriş merkezlerine gün doğmasıdır. İşsiz güçsüz, emekli, genç, yaşlı herkesim için sıcacık ortamlarda vitrinlere anlamsız anlamsız bakma zamanıdır. Sıcak bir çay içip bütün günü bitire bilme becerisidir. Ama işin en zoru tüm sokak hayvanları içindir ki, açlıktır bir yerlere sığına bilme çabasıdır. Balkonlarda yer bulmaya çalışırken ev sahibinin hışmına uğramaktır.

Aslında yazılacak çok şeydir. Ama yazmaktan ziyade zorda olsa keyfini çıkarmaya çabasıdır. Nede olsa dört mevsimi belirgin olarak yaşadığımız cennet vatanımızda, acısıyla, tatlısıyla yaşamaya çalışmaktır. Ve uzun güneşli baharlar hayal etmektir. Hepimize bol kazançlı bereketli günler dileyip uzun uykulara ve rüyalara yatma zamanıdır.





19 Aralık 2010 Pazar

DEREBEYİ….



Hepimiz masallar ile çocukluğumuzda dinleyici, ilerleyen yaşlarda ise bir anlatıcı olarak münasebette bulunmuşuzdur. Develer tellal pireler berber ve ben daha bu sistemi pek anlamaz iken, kendi kendime sorar dururdum’’ yahu bu masallarda ne kadar çok kral, kraliçe prens, prenses ve ülke var’’ diye. Daha sonrada nede olsa masal diyip geçiştirirdim. Aslında zamanla büyüyerek masallarında gerçekten parçacıklar içerdiğini anlıyor insan. Meğer ne çok ülke varmış dip dibe ve istikrarsız.

Derebeyliği dediğimiz kişiler,  işte o dere senin, bu dere benim diye gezip tozan bir nevi külhanbeyi değilmiş. Özellikle adına orta çağ denilen karanlık ve oldukça skolâstik bir dönemde yaşayan büyük toprak sahiplerine veriliyor bu ad. Yani bizdeki ağanın biraz daha nüfuzlusu oluyor kendileri. Bir birine komşu büyük toprak sahiplerinin oluşturduğu ve her biri birkaç köy büyüklüğünde, merkezi otoriteden çoğunlukla bağımsız devletçiklere de derebeyliği denilmekte. E hal böyle olunca aşağıya tükürsen kral yukarıya tükürsen kraliçe. Sağım solum ise prens, prenses. Birde bunlara kont ve kontesler eklenince bütün ana ve ara yönlerden bir soyluluk fışkırmaktaki sormayın.

Kale gibi şatolar ve saraylar,  her biri zıpkın gibi delikanlı paralı askerler ile tam bir devlet. Antik dönemin demokratik şehir devletleri halt etmiş yanlarında. O kocaman saraylar içerisinde kocaman balo salonları ve bu saraylarda tertip edilen muhteşem eğlenceler. Kapı komşumuz kadar yakın komşu ülkelerden gelen bir birinden şık kıyafetler içerisindeki, birbirinden güzel hanım efendiler ve centilmenler. Hiç birinin bal kabağına dönüşme riski yada eve geç kalma tehlikesi olmadan doyasıya eğlence içerisinde oldukları bir ortam. Tıpkı bizim kenar mahalle düğün salonlarımızda olduğu gibi sürekli bir birini kesen kız ve oğlan toplulukları. Her birisi bilmem ne zadenin torunu yada çocukları olan bu eski zaman soylularının tek derdi damarlarından akan asil kanı başka bir asil kanla birleştirip melez bir asalet yaratmak olup, gecelerin tertip nedeni ise genellikle bu amaç çevresinde şekillenmektedir.  

Yedikleri önlerinde yemedikleri arkasında olan bu tertemiz insanların sahip oldukları tüm zenginlik, hiçbir şekilde toprak sahibi olamayan ve feodal beyin arazilerinde çalışarak ancak doyan çiftçi kitlelerinin emeğine dayanmaktadır. Şatoyu koruyan paralı askerlerden korktuklarından mıdır? Yoksa hallerine şükretmeyi doğru bulduklarından mıdır? Bu hiç isyan etmeyen kitle oldukça farklı yaşarmış içeridekilerden. Ve özellikle genç kızları kurdukları düşler yoluyla sık sık masallara konu olurlarmış o muhteşem saray yaşamları özentileri ile. Kimi kül kedisi olup camdan ayakkabı giyer, kimi kötü kalpli üvey annesinin yarattığı kötülük travmasından kaçar ve yüksek zümreyi terk eder.

Ama çok şükür ki bütün bunlar geçmişte kaldı hepimiz demokratik devrimini tamamlamış sıcacık ülkelerimizde güven ve eşitlik içerisinde yaşayıp gidiyoruz ya da bu masala da inanıyoruz bütün çocuksu kalıntılarımız ile. Aslında çevremizde dönüp duran olayları iyice tahlil edip geniş çevreden baktığımızda, derebeylik ya da saray yaşamına doğru koşar adım gittiğimizi görmek mümkün. Bu gün Türkiye’nin özellikle verimli tarım alanlarında tarımdan bir türlü geçimini sağlayamayan küçük çiftçiler topraklarını satarak ya yine aynı topraklarda işçi/bekçi durumuna düşmekte ya da pılını pırtını toplayın taşı toprağı altın metropollerin yolunu tutmaktadır. Özellikle sanayi ve ticaretten gerek yasal gerekse çoğu yasal olmayan yollar ile büyük paralar kazanan bir kısım zengin ve soylu ailemiz hızla toprak sahibi olmaktadır. Bir çok kez bilmem şu adam buralardan beş bin, on bin dönüm arazi almış diye duymuşuzdur. Kanımca önümüzdeki elli yıl içerisinde tarım topraklarının neredeyse tamamı bu kitlenin eline geçecek ve adına çiftlik/plantasyon tarımı dediğimiz büyük tarımsal işletmeler doğacak. Belki de bunun daha iyi bir çözüm olduğunu düşünenler vardır içinizde ve beklide şöyle diyorsunuzdur ‘’ ne güzel işte daha bilinçli ve modern yöntemlerin kullanıldığı üretim alanları oluşur’’. Ancak kazın ayağı her zaman öyle değil ne kadar çok ve mantıklı üretirsek üretelim, dengeli ya da buna yakın bölüşümü sağlayamadığımız sürece toplumsal mutluluk bize çok uzak olacaktır. Modern derebeylerimiz olacak o araziler üzerinde ve beklide o arazileri hiç ekilmeyecektir, reklam programlarına çıkıp güzelim inşaat projelerinden bahsedecekler birinci sınıf tarım arazileri üzerinde. Yapmıştım , yaparım ve yapacağım diyecekler bütün zaman  kiplerinde.

Belki de bu anlatılanlar hiç birimizin garibine gitmeyecek ve zaten çoğumuz alıştırmışızdır bu küçük krallıklar fikrine kendimizi, zaten parklarımızın  Osmanlı, sitelerimizin Sadabat, halılarımızın Saraylı, daha binlerce kullandığımız eşyanın soyluğu çağrıştırması boşuna değil. Nede olsa yeni kralımız ile biz bir yeni Osmanlıyız ve neden olsa bütün kız çocuklarımız prenses Cindyler ile büyüyüp sihirli rüyalar görüyor.

Ama yine de bir başka açıdan bakmak lazım gelir diyorum. Ünlü bir ekonomist diyor ki ‘’ Ya yüzyılımızın sonuna kadar açlık ve gelir adaletsizliği sorununu çözeriz yada her biri nükleer silahlar ile korunan zenginlik adacıklarına sahip birkaç alandan ibaret kalırız’’ Yada başka bir deyim ile yaşasın yeni derebeylikler deriz salyalı ağızlarımız ile..

KUTSAL

 Eski Türk'lerde tanrı tarafından hanlara verildiğine inanılan yönetme yetkisi sayesinde devlet idaresinde güç, yaratıcılık ve yetki bakımından sahip olunan üstün güce ‘’Kut’’ denilmekte imiş. Doğal olarak han’ın emirleri ve çevresinde dönen bütün kavramlar,  ‘’Kutsal’’ olarak betimlenmiş ve dilimizde, herhangi bir inanış biçiminde değer arz eden her şey için bu kelime kullanılır olmuş.

Güney Amerika hariç bütün dünya da muhafazakârlık ve muhafazakâr partiler hızlı bir yükseliş içerisinde. Dolayısı ile kutsal olana duyulan bağlılık ve kutsallık kavramı da gittikçe önem addetmekte. Bütün tek tanrılı ya da kitaplı dinlere inanan halklar, kutsal olan yer ve nesnelerin korunması ve yüceltilmesi için hükümetlerden daha fazla zaman ve harcama talep etmekte. Bunun en çarpıcı örneğini ülkemizde sakal- ı şerif ve hırka-i şerif’in tekrar ziyarette açılaması sırasında yaşanan izdihamlarda görebiliriz.

Dünya üzerinde sayısız kutsal alan var nice çatışma ve karışıklık yatıyor bazen birkaç metrekare yeryüzü parçası için, Kudüs mesela üç semavi din için de bir yönü ile önemli ve herkes kendince haklı. Özellikle yaşadığımız yüzyılda kim bilir kaç can bu uğurda feda edildi. Bazen birbirimizin kutsal alanı üzerine bizimkini daha kutsal olarak gördüğümüzden olsa gerek daha değerlisini yaparız. Antalya da Kesik minare olarak bilinen ibadethane antik çağ tapınağı üzerine kurulmuş bir kilisenin kalıntıları kullanılarak yapılmış. Ayasofya yıllardır bu konuda bitmeyen temel tartışmamız.

Her zaman kutsal olan illaki dinsel bir tema taşımak zorunda değil. Bazen küçük bir çocuğun teneke bir kutu içerisinde sakladığı bilyeleri ya da ortaokul çağında ders defterinin arasına konulmuş kurutulmuş bir çiçektir, kutsanmış olan. Bazen bir sokak ya da bütün oyunlarımıza yardım ve yataklık eden, boş bir arsadır. Isısız bir park köşesinde eski bir bank ya da çınar ağacına çiziktirirmiş yan yana iki harftir tek bir yürek içinde. Belki saklanan bir şeydir yalnızca iki kişinin bildiği mezara kadar, belki de daha çok önem verilsin diye kulaktan kulağa aktarılan topluma mal olacak bir manzume.  

İnsanoğlu teknolojik olarak geliştikçe kutsallık kavramı da paralel bir değişim içine girmekte, yeni nesil için beklide bize çoğunlukla saçma gelen adı konulmamış kutsallıklar var örneğin. Modern toplumumuzun yeni mabetlerinden birisi alışveriş merkezleri, birçok genç beyin, yeterince oksijenin bile bulunmadığı bu alanlarda vakit geçirerek psikolojik bir gevşeme sürecine girmekte ki: bu da zaten her kutsal olan yerin üzerimizde yaptığı olumlu etki değimlidir? Bilgisayar oyunları var örneğin, hem varlığı ile bizi kutsayan hem de gerçek dünyada aşamadığımız birçok sorunu kolaylıkla birkaç parmak hareketi ile alt ettiğimiz sihirli dünya. Sanal ilahlarımızın belirlediği ve bütün fizik üstü güçlerimizin bizi tatmin ettiği kurgusal alan.

Semavi dinler öncesinde ve Katoliklerde yaşanılan evin bir bölümü mutlaka kutsal bir alana dönüştürülürmüş. Temiz girilirmiş orasına ve temiz tutulurmuş baştan aşağıya. Aslında bize hiçte uzak olmayan bir kavram olsa gerek bu. Birçok modernleşme budalası toplumda evin en büyük ve en çok para harcanan misafir odası da bir kutsal alna değil mi?  Evliğe koşar adım atmış kadınlarımız ve erkeklerimiz için. Baştan aşağı gururumuzu ve bütün üstünlük duygumuzu okşamak üzere kurulmuş bir yeryüzü mabedi.  Güneydoğu Asyalı bir ailenin yaşayabileceği kadar alana sahip bomboş ve kutsanmış bölgemiz. Bizim daima kilitli ve ikonlar ile donatılmış benliğimizin boş yarısı.



Günümüzde oynanan ayak oyunlarının çokluğundan mıdır nedir. Birçok gelişmiş ya da onlara özenen toplumda futbol mabetleri vardır. Münih olimpiyat stadı mesela, Barnebaou, Nou Camp ya da Wenbley statları birçok fanatik için herhangi bir katedralden daha çok şey ifade eder. Brezilyalı ya da İngiliz holigan için bir inançtır futbol, sesinin yankılandığı her marş ya da sevinç nidası kutsal bir duadır.

Bazen dağ başında bir yatır, bazen her bir dalına çaput bağlanmış yalnız bir ağaç, bazense nazlı nazlı akan bir derenin doğduğu nokta. Bir şamana göre gökyüzündeki kutsal Demirkazık yıldızı, bir Müslüman’a göre çevresinde tavaf edilen Kâbe, bir Hıristiyan için bizim için anlam taşımayan bir birine dik açı ile oturtulmuş iki tahta parçası. Ama en önemlisi çoğunluğa göre kutsal olan değildir, kutsal kavramı. Eğer toplum olarak kendi değerlerinizi kutsuyor ve kutsal olan diğer bütün şeylere sırtınızı dönüyorsanız. Bütün iyi ve yüce duygulardan çok uzaklarda kalmış koca birer sahtekârlara dönüşmüşsünüz demektir.

Tunceli /Dersim’de yıllardır süren tüm kampanyalara ve karşı koyuşlara rağmen yapılan Seyran tepe ve Uzun çayır barajlarının suları altına kalan kutsal mekânlar ‘Gole Çhetu- Hızır Mekânı’ adlı belgesele konu oldu. Metin-Kemal Kahraman’ın ve Şerif Karataş’ın hazırladığı ve yaklaşık dokuz ayda tamamlanan belgesel Munzur ve Pülümür Vadileri üzerinde bulunan köylerde yapılan röportajlardan oluşuyor. Verimlilikleri ve ömürleri harcandıkları paraya kesinlikle değmeyecek olan bu tartışmalı barajlar. Yalnızca birkaç taraftar mütahitin, hayatlarının bir dönemini kolay geçirecekleri parayı kazansınlar diye ya da birilerinin kutsallıklarına direkt bit saldırı.  Hangi taraftan bakarsanız bakın, Kutsallığın azınlığı çoğunluğu olmaz ve kimin değerlerinin kutsal daha olduğu sayı ile doğru orantılı değildir. Bazen gizlice gidilip dert dökülen bir ırmak ya da ağaç, bazen ise etrafında dönüp durulan dikli bir taş.


YERYÜZÜ…



En genel anlamı ile yaşadığımız yerdir ve yüzeydir. Bir nevi dünyanın derisi gibi bir şeydir. Gökyüzünün dünyanın geri kalanına değdiği ve ufuk çizgisinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Birçok kişi için dünyanın tanımlandığı bir fani alan veya bu tarafta ki rolümüzün oynandığı bir çeşit sahnenin fonu.

Geçen günlerde televizyonda izlediğim ve fazlası ile beğendiğim bir felsefe profesörü; ‘’ İnsan beyni doğadan ayrı bir şeydir ve bunun içindir ki doğaya zarar verirken birçok kez bunun ayrımına varmaz’’ diyor. Beklide gittikçe beynimizi daha fazla kullanan bir tür olarak yeryüzüne verdiğimiz zararında boyutlarını daha net algılayamıyoruz. Bu gün yerkürenin birçok yerinde bir avuç çok uluslu şirket ya da ülke fütursuzca kasalarını doldurmakta ve daha fazla kar hırsı ile önüne gelen her türlü doğal ya da sosyal değerlere insafsızca saldırmaktadır. Ve maalesef gezegenimiz kocaman bir alışveriş merkezine veya süpermarkete dönüştürülmüş durumdadır. Bütün değerlerimiz bu kocaman makinenin paletleri altında değersizleşirken çoğu kez kendi aklımızdan bile korkar duruma geldik. Ve birçoğumuz cevabından kaçındığımız şu endişe verici soruyu sorduk’’ Ben olsam da mı böyle yapardım?’’

Yeryüzü cenneti vardır mesela kimimizin zihinlerinde. İnsan aklının ve bilimin tüm yanlış yönelmelerine karşılık yinede cenneti yeryüzünde yaşamak kendimize kurduğumuz saklı alanlarda vazgeçemediğimiz bir çelişki. Kimimiz için hiç dokunulmamış bir vadi veya her yere uzak bir ada parçası. Çoğunluğumuz için göre bir villanın yemyeşil bahçesi. Tüm yıkıp darmadağın ettiğimiz doğa parçasının yerine oturttuğumuz çok yıldızlı otellerin debdebeli sığınakları bazılarımıza göre. Ne yardan, nede serden geçemediğimiz yapaylık mabetleri.

Bütün doğa yasalarına baktığımızda,  yeryüzüne uyum ve onu ekosistemler arası demokrasinin parçası olarak görmek hayatımızı daha yaşanılır bir zemine oturtacaktır. Yerküremiz üzerinde yaşayan her maddeyi sistemin bir parçası olarak görmeyen aksine onları ticarileştiren piyasa ekonomisi, aslında bizi daha zor yaşanılır bir dünyaya doğru itmekte. İnsanlar her geçen gün daha çok çalışarak daha az kazanırken, dünyada besin sıkıntısı nedeniyle temel gıda maddelerini daha pahalıya almaktadırlar. Toplumun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan tarım ekonomisi daha çok üretmeye çalışırken gerek genetik yapı ile oynamakta gerekse toprağın doğal işleyiş mekanizmasını bozmaktadır. Yerkürenin her yerinde tüm yaşamlarını tarıma adamış milyonlarca çitçi, bu büyük ekonomik çark içerisinde masraflarını bile karşılayamaz duruma gelmektedir.

Oysa bir başka yeryüzü mümkün, insanlar para ekonomisine bile ihtiyaç duymadan ekonomik açıdan bolluk içerisinde yaşayabilirler. Toprakları daha verimli olurken, ırmakları temiz akabilir ya da kültürlerini zenginleştirebilirler. Hem güzel giysiler giyip güzel evler ve güzel yemekler yapabilirler. Yeryüzünün doğal yapısına göre uyulmanmış tüm kültürler uyum ve dayanışma ruhu işle yaşayabilirler. Piyasa ekonomisinin ve insan aklının ürettiği paranın, toplumlar için mutluluğun tek kaynağı olmadığı ve doyumsuz insan ihtiyaçlarının aslında bir yeryüzü cennetinden ziyade bizi kocaman bir cehennemin merkezine doğru çektiğini anlamak mümkün.

Tüm canların bir olup geri kalan canlılar için çaba harcamasının boş, gelir getirmeyen bir uğraş olmadığını anlayacak bir akıl organizasyonunu gerçekleştirmek mümkün. Yeryüzünün bir bölümünde insanlar gittikçe daha az çocuk yapıp daha fazla demokratik çevre bilincine sahip olurken. Kendisini doğu olarak tanımlayan toplumların daha fazla çocuk yapıp ucuz işgücünde medet umması elbette mantık çerçevesinde anlaşılır bir şey değil. Bu eylem bizi teknoloji üreten toplumlar karşısında hızla köle haline getirirken yeryüzünün bütün diğer unsurlarına karşıda geri dönüşü olmayan tahribata doru itmektedir. Hayata bakışına inandığım nadir sivil toplum kuruluşlarından olan Greenpeace yetkililerine göre; Dünya toplam nüfusu bir milyar civarına inmediği sürece yerküre ile dost demokratik bir yaşam sürmek pek mümkün değil. Şimdi içinizde ‘’ne yani insanlığın büyük bölümünü öldürelim mi’’ diyebilirsiniz. Elbette ki ideal bir döngüyü kurmak hemen olacak bir durum değil: Zaten böyle ani değişimler doğa yasaları dâhilinde de pek mümkün değil. Ancak tüm ülke grupları olarak özellikle doğum – ölüm dengelerine acil çözümler üretmek zorundayız. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde sağlık koşullarının nispeten gelişmiş olması hem ortalama yaşamı uzatmakta hem de canlı doğan bebek sayısını arttırmaktadır. Yani işin özü her gün daha fazla canlı bebek doğmakta ama daha az insan ölmektedir ki bu da doğaya yaptığımız müdahalenin kilit taşını oluşturmaktadır. İşin en trajik yanı ise doğuma müdahale etmeyi günah ya da yasak sayan bir toplum ölümü hızla geciktirmeye çalışmaktadır. En yalın anlamda, yaptığımız yıkımlar ile hem yeryüzü cennetinden uzaklaşır iken hem de ölümleri erteleyip asıl cennette gecikmekteyiz.

Ama umut hala var bizi maceranın sonuna doğru sürükleyen insan aklı ve pozitif bilim yine sonu daha mutlu kılacak çözümler üretecektir. Yeryüzü demokrasine olan bütün umut ve inançlarım ile sözü Adnan Yücelin bir şiirinin son cümleleri ile kapatmak istiyorum.

Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.

PARA


Karşılığında mal ve hizmet almaya ve vermeye; bunların ekonomik değerlerini takas etmeye yarayan üzerinde rakamsal değerler taşıyan kâğıt. Para genel kabul gören değişim aracına verilen isimdir ve Farsça pare ( parça) kelimesinden türemiştir. Ülkemiz kırsalında artık önemsiz sayıldığından mıdır? Yoksa yapıldığı maddeye verilen değerden midir? Genel olarak ‘’ Kâğıt’’ olarak tanımlanır.

Bir İngiliz araştırma şirketine göre; ‘’Parayla saadet olmaz’’ sözü yanlış imiş. İnsanların mutluluk sınırını belirleyen tutar ise yaklaşık yıllık 100 bin dolar imiş. İnsanın neredeyse ne isterse ona sahip olabilmesi onun için önemli bir mutluluk kaynağı imiş. Dikkat ederseniz her cümleye bir imiş ibaresini eklemiş bulunmaktayım ki bu da benim bu teze katılmadığım anlamına gelir.

Para denen, bu atsan atılmaz satsan satılmaz, nesneyi başımıza adına Lidya denilen bir Anadolu toplumu bela etmiştir ki. Kendilerini rahmetle anıyoruz. Oysa ne güzelmiş para öncesi dönem her şeyin takas edildiği ve her şeyin gerçek değerine hatta değerini üzerine gittiği dönem. Kimsenin biriktirmek gibi bir derdi yok ve dolayısı ile pek üretim fazlası da yok. Ve işin en güzel yanı aç insanda yok. Belki daha çok doyan var ama olsun zaten çok doymak da insan sağlığına pek yararlı bir durum değil.

İnsanoğlu ilkin metal parayı bulmuş ve paranın doğal değeri yapıldığı maden tarafından belirlenmiş. Yani en değerli maden en değerli para olmuş. Daha sonra yavaş yavaş süte su katar gibi madenlere daha az değerli madenler karıştırılmaya başlanmış ki bu da parayı pul etmiş. Daha sonra devreye kağıt girmiş ‘’banknot’’ da denilen bu değişim aracı sayesinde artık daha çok parayı bir arada tutabilmişiz. Ancak bu seferde paranın kâğıt değerinin korunması gerekmiş. Bununda çözümünü her değere karşılık gelen tutarı atın olarak Merkez bankalarında rezerv etmişler. Ancak her ülke bastığı tüm paranın karşılığını oluşturamamış. Buda ülkelerin paralarının değerinin düşmesini sağlamış. Bunu pek önemsemeyen toplumlar para basmaya devam etmişler ve bir süre sonra paralarında o kadar çok sıfır olmuş ki o ülkeye gelen turistler ülkenin parasının miktarı karşısında dillerinin yutmuşlar. Ülkenin ileri gelenleri bakmış bu böyle gitmiyor toplanmışlar ve’’ madem bu kadar sıfırı biz yarattık biz niye silmeyelim ki demişler’’. Oturmuş ve birçok sıfırı silmişler. Ve bir sabah uyanmış ki o ülke halkı parası gelişmiş ülkelere neredeyse denk olmuş. Artık o ülke de pek fazla milyarder kalmamış ama diğer insanlar mutlu mesut yaşamışlar. Ama dünya ekonomisi bu yalana inanmamış.

Para diyip geçmemek gerekiyor aslında, adına ‘’Nünizmatik’’ denilen bir bilim dalı var ki: Eski bir paradan çok şey çıkarabilmektedir. Parayı bastıran devletin siyasi gücü, sanatsal yapısı, yöneten kişi, demokratik yapısı ve dönemin önemli eserleri gibi verilere ulaşmak mümkün. Bir çok toplumda paranın değerinin düşürülmesi söz konusu olduğunda bu durum halkın pek hoşuna gitmemiş bir çok yerde toplumsal olaylara neden olmuştur. Özellikle Osmanlı döneminde yeniçeriler birçok kez ayaklanmaya kalkışmış ve isyan etmişlerdir.

Ortada bir satın alma gücü var ise doğal olarak bu güce kısa yoldan sahip olmak da her zaman iştah kabartmış. Kan dökülmüş, harama helal katılmış, savaşlar çıkmış ama en önemlisi her zaman yükte hafif pahada ağır bir hırsızlık aracı olmuş. Ama en kolayı her zaman sahtesi üretilmiş, iş öyle noktalara ulaşmış ki paranın güvenliğini sağlamak için neredeyse değeri kadar para harcanmış kağıt denen basit maddenin üzerine.

Bazen de paranın satın alma değerinin ötesine geçmiş gücü, mesela devlet kopya çekildiği için ertelediği bir sınavda, kendi eliyle kopyayı teşvik etmiş. Daha önce paraların ön ya da arka yüzünde ne gibi şekiller olduğunu soran sorulardan sonra. Türkiye Cumhuriyetinin Merkez Bankasının müdürünün adını sormuş. Ve birçok öğrenci cebinden parasını çıkararak üstünde yazan isimi okuyup doğru şıkta işaretlemiş. Ve yine parası olan kazanmış. Yani Napolyon yine haklı çıkmış.

17 Aralık 2010 Cuma

GİTMEK…



İnsanoğlu kendini bildi bileli gitmek çözümün en kolay parçası olmuş. Ve ‘’gidip te dönmemek var’’ diye ayrılmış., beraber bildiklerinden. Birde bakılmış ki her kim ortadan kaybolmuş ise anlaşılmış ki, çözüm yakındır yanlış gidene.

‘’Aslında giden değildir, kalandır asıl giden’’ diyor. Bir düşünür, eşyanın tabiatıyla ilgili bir durum galiba. Gitmek ile kalmak aynı şeye dönüşüyor. Ama her giden ve gitmek için bahane arayan aslında kendisini de yanında götürdüğü için hiçbir yere gidemiyor. Bu gidiş yalnızca mekân değiştirmek ve yeni başlangıçlar ile aynı sona varmanın ertelenmiş hali şeklini alıyor. Yeni olan iyidir, heyecanlıdır, umutludur. Ama hep aynı taşa takılıp düşmekte var hayat ta ve cebimizde taşıdığımız çakıl taşları yeni başlangıçlarımızın inatçı kayalıklarına dönüşüyor. Ve her giden aslında bırakılana benziyor. Kalanda, gidenden doğan hayal kırıklığını dizerek tesbih tesbih yeni bir ben oluşturuyor ki asıl giden o oluyor galiba.

Hepimizin gitmek için bir bahanesi var hayatta, bazen askere gitmek bazen ne olursa olsun bir üniversiteye, bazen kısa bir tatile gitmek ya da yıllardır özlemini çekilene gitmek. Gitmek bir öncelik halidir çoğumuza dönmek en son düşünülecek şey. Dönülecektir elbet ama önce gitmek gerekir bilinmeyene.

Bazen gitmek mekândan ayrı bir şeydir. Aynı mekândasınızdır ama gitmişsinizdir. Aklın yer değiştirmesi hali olsa gerek. Gidememe tutsaklığına beynimizin bulduğu en kolay çözüm yolu. Belki de eli işte gözü oynaşta olabilme özgürlüğü.

Birileri kayar gider hayatımızdan, şimdi olup ta bir daha olmayacak mısın’ın soru haline muhataptır. Bir taşın yerinden oynaması gibidir. Başka taşlar ile dolabilecek yerdir ama sizin buna ne enerjiniz vardır nede isteğiniz. Bazen sevgilidir, bazen dost, akran, arkadaş, yoldaş. Gitmesen olmaz mı diyecek olursunuz. O kadar güvenirsizin ki aklına, anlayışına her halde gitmeli ki söylemiştir dersiniz kendi içinize. Bir kopuş yok oluş gibidir her gidiş. Ve içinizden bir türkü tutturursunuz ‘’ Ölüm Allahın emri de, ayrılık olmasaydı.’’ Eskiden filmlerde olurdu birileri giderdi. Bu gidiş aslında büyük ölçüde bir yanlış anlaşılmanın doğurduğu bir mecburiyet halidir. Bir taraf bilir mutlaka yanlış giden bir şey olduğunu ama susar, yinede giden bir şeylerden habersiz ya da kalan habersiz yine de gidilir. ‘’Gitme dur o öyle değil’’ diyemez kalan. Her seferinde ‘’kardeşim söylesene gitmesin işte böyle böyle oldu desene ‘’diye bağırırsınız ekrana ama filmdir ya öyle kalır. Kendi kendinize düşünürsünüz var mıdır? Böyle hayatlar diye. Zaman geçer birde bakmışınız ki hayatınız bir film karesine dönüşmüştür..

Bazıları aslında sırf yolda olmak için gider. Aslolan nereye ya da niye gittiği değil, gitmektir. Ve nasıl olsa kürkçü dükkânına geri dönülecektir. Kaçmaktır bazen gitmek bir kötü niyet halidir. Asıl amacın gizlenmesi için kamufle ya da maske durumudur. Bazen de kalmaya yüzü olmamak insan içine çıkamamak durumunun sonucudur.

Aslında en kısa yoldur diye başlamıştık yazıya ama çoğunlukla gidebilmekte bir erdemdir. Gidebilmek, şiddetli geçimsizlik yaşamak hali gibidir. Hele yarın yada gelecek ay olsunda bak nasıl gideceğim ve terk edip yeni bir sayfa açacağım tüm kirlenmişlikleri diyip. Her seferin boynun büküp olduğun yerde dönüp durma halidir.

Yol diye bir şey yoktur gidersen yol olur demiş, Asyalı bir düşünür. Hepimizin belki önüne açılmış yollar vardır hayatta. Demiştim ya gidebilmek de bir cesaret halidir. Önemli olan ya gitmek ya da sapa sağlam durabilmektir bulunduğun noktada. Ama en güzeli sessiz sedasız hiç yaygara yapmadan gidebilmektir. Birde bakmışsınız ki yok olmuşsunuz, durumunda olmaktır.

Gitmek en basit çözümdür. genellikle ama gitmeyi bir koşul olarak sunmak ise en basit insanlık halidir galiba.

OT…



Bir çoğumuzunda bildiği üzere, tek yıllık bit kilere ‘’ot’’ denilmektedir efendim. Bitkiler aleminin vefakar/cefakar elemanı sayılır, hiç bir özelliği yoktur. bundan dolayı olumsuz anlamda mecazi benzetmelerde, kişiliksiz, özgün olmayan, kendini yetiştirmemiş anlamında kullanılır.  ‘’Ot gibi adam’’ ya da bu ‘’yeni nesil ot’’ gibi serzenişlerini duymuşsunuzdur. Aslında hiçbir özelliğinin olmadığını iddia etmek hiç de gerçekçi görülmemektedir. Besin piramidi dediğimiz, beslenme işleyişimizin temelini oluşturur ki, çok kutsal bir görevdir.

Memleketimizin yalnızca dörtte birinin orman olarak kendini ifade edebildiği düşünülür ise otun ulusumuz için önemi çok daha belirgin olarak kendini göstermektedir. Ot deyip geçmemek lazım onun da kendi içerisinde şahsına münhasır halleri var. Mesela Boz kır denilen kurak bölge otları var ki neredeyse yaşadığımız her coğrafyada bize kader ortaklığı etmiş. Neredeyse iki bin yıldır Orta Asya’dan bir kısrak başı gibi sokulan buyan. Yol boyunca bize eş olmuş yoldaş olmuş. İlkbahar yağmurları ile yeşeren/şenlenen bu otsular her bir rengi ile papatyası ile kır çiçekleri ile sanki hep bizi yansıtmış. Her baharda umutlanan biz gibi her yazda ya da erken baharda ya hazan vurmuş ya da Sam. Tıpkı bizim gibi sevinçleri kursağında kalmış, ne zaman baharda açan çiçekler görsem bu coğrafyada aklıma hep aynı duygular gelir. Yeni evlene bir genç kız gibi ya da yeni bir işe başlayan işçi gibi. İşin asıl yüzünü görmek gibi. Her yaz başlangıcı bir bozkırın ölümü ancak hayat devingen ısrarla yaşama bağlı her kış sonu yeni bir bahar. Ama gündelik hayat böylemi her sabah uyandığımızda yenilenmek, kırılmış olan umutları silip tekrar başlamak mümkün mü? Ya da ne kadar böyle devam edecek bilmiyorum.

Üniversite de öğrenci iken odamda , ‘’ Toplumsal mutluluğun olmadığı bir yerde,  bireysel mutluluktan da bahsedilemez’’ diye ünlü bir düşünürün sözü asılı idi. Bir gün Erzincan göçmeni bir alevi dedesi, ‘’Bir çiçek ile bahar gelmez’’ diye söz etmişti. İşte ne zaman bahar gelse bozkırın o uzun sonsuzluğuna bakıp iyi ki en azından bahar hepinize gelmiş diyesi geliyor insanın.

Birde ülkemizin yalnızca yüksek ve yağışlı yörelerine özgü bir ayrıcalıklı olma hali var. Çayırlar, her mevsim yeşil kalabilen ve bozkırın tüm bozluğuna inat yemyeşil bir üstünlük hali. Mesela Erzurum – Kars, Artvin ve tüm doğu Karadeniz’in yüksek yerleri. Ülkemizde metrekareye düşen hayvan miktarı hızla azalıp, kırmızı et fiyatları tavan yapınca. İşte bu tür alanlara ihtiyacımız büyük oranda artmakta ama ne yazık ki yinede o güzelim çayırlar bom boş kalmakta. Buna rağmen yirmi yıldır gelen bütün yönetim yapıları buna çözüm bulamamakta sadece bakmakta. Hatta yakın dan tanıdığımız bazı yüksek şahsiyetler o hayvanların yerine bizi  otlatarak, ‘’ yıllardır hala bıraktığımız yerde otluyorsunuz’’ diye bir vecize dizdi ki, akıllara zarar.

Çayır demişken birde bozluğun verdiği sıkıntıdan mı yoksa yeşile duyulan hasretten mi bilmem son yıllarda müptelası olduğumuz çim yetiştirme tutkumuz var. Özellikle Amerikan filmlerinde gördüğümüz müstakil evler ve önlerinde geniş bahçelerde yetiştirilen çimler, barbekü partileri ve evin betinin müthiş bir mutluluk edası ile çimleri biçmesi. Adeta toplumca bizde bir eksiklik oluşturmuş olmalı ki nerdeyse boş bulduğumuz her yere çim diktik. Ancak yazlarımızın o mutlu ülkedeki gibi yağış almaması belimizi kırdı ve neredeyse bütün yaz boyunca ya tonlarca su harcadık yeşil mabedimize ya da gözü yaşlı üzülerek seyrettik susuzluktan dolayı kuruyup gitmelerini. Özellikle bu tür hazin manzaraları şehirlere özenen küçük kasabaların belediye başkanlarının büyük bir hizmeti olarak alkışladık. Ülkemizin duble yolları arasında bulunan refüjlerinin kasaba aralarından geçen kısmında önemli süs malzemesi olarak varlıklarını bir müddet sürdürdüler. Ancak belediyenin kısıtlı bütçesi sonucu yine aynı son kaçınılmaz oldu. Tüm kırsal düşlerimizi şehrimizde, yanı başımızda yaşatma fantezisi bir kez daha ekonomik gerçekliklere yenik düştü.
Gelelim bu yazının sonunu ve ana fikrini oluşturan bölüme. Hepimizin de fazlası ile hissettiği gibi geçtiğimiz hafta oldukça heyecanlı, patırtılı kütürtülü ve bol çatlaklı bir seçim dönemi yaşadık. Özellikle kendini muhafazakar kabul eden kesimin geçtiğimiz hayırlı ramazan ayında ağzına hiç ‘’hayır’’ kelimesini almadığı ve ne hikmetse iyilik ve esenlik kelimelerini tercih eden sosyal demokrat kesim ise her işe ve dileğe ‘’hayır’’la başlaması hayatımıza dönüşümsel bir renk kattı. Toplumca kutupsal alanlara itildiğimiz ya taraf ya da bertaraf olacağımız yada sandığa gitmememiz gerektiğinin dikte edilmesi canımızı sıkmış olabilir. Ancak beni mutlu eden öyle bir olay var ki, ancak bir Karadenizlinin aklına gelebilir. Rize de bir okulun 1090 nolu seçim sandığındaki zarfın içinden ne ‘’EVET’’ nede ‘’HAYIR’’ çıkmış çıka çıka bir demet ‘’OT’’ çıkmış ki müthiş bir cevap. Bence en az toplumun benim gibi düşünen yüzde onun vermesi gereken cevaptı ki. Sevgili vatandaşımıza buradan teşekkürü bor bilir, iyi haftalar dilerim.

MAHALLE



Günümüzden yaklaşık on bin yıl önce ilk insan yerleşmeleri ile başlamış mahalle kavramı. Tarih ve kazıbilimciler neolitik demektedirler efendim bu döneme.  O dönemde farkında mıdırlar bilmem ama beraber yaşayabilme ve birbirine katlanabilme sanatının en küçük birimidir, mahalle. Ve bu kültürün ilk ve önemli temsilcileri de yaşadığımız topraklarda ortaya çıkmış. Çatalhöyük, Trioya, Alişar ve daha niceleri…

Mahalle kültürü, şehirleşmenin getirdiği bütün yabancılaşmalara karşı bulduğumuz kırsal karşı koyuşumuzdur. Filmlerde gördüğümüz sakin, bakımlı, düzenli ve huzurlu Amerikan kasabalarına paralel geliştirdiğimiz gayet duygusal biçimde büyüyen, çarpık kentleşmemizin oyun sahnesidir.

Aynı mahallenin çocuğu olma durumu vardır, ya da sokak kardeşliği. her şeyden önce bacıdır karşı komşumuzun kızı. Bazen bütün mahallenin namusu bizim kolumuzun kanadımızın altındadır. Bazen de namussuzluğumuzun bedelini bütün mahalle öder.

Siyasete atılma çabamızın başlangıç basamağıdır, genellikle. Yarışmaktır kıyasıya, Kasap Hüseyin’le, Fırıncı Mehmet ya da Terzi Mikail’le. Dükkânının sağ üst köşesine tabelanın tam altına asabilmektir. Bilmeme ne mahallesi Muhtarı Abdullah bilmem neyi. Bazen bu yolla müşteri çekebilmektir, bazen üç kuruş devlet maaşı bazen de forsuyla taşıya bilmek içindir, beylik tabancasını devletin. Mahalleliye şirin görünmektir esas olan saçarlını boyatmaktır en işlek berberin üstteki gözden ırak katında. Her gün kravat takmak ve tıraş olmaktır.    

Büyük alış veriş merkezleri yetmezmiş gibi her köşe başında türeyen BİM ‘lere, Şok’lara ve çeşitli EXPRESLER’ karşı kahraman mahalle bakkalını koruyabilmektir. Belki hafta sonu alışverişi olmasa da en azından ekmeği, sigarayı ve gazeteyi oradan almaya çalışmaktır. Hızla eriyen orta sınıfın kendisi gibi ortada kalmaya çalışan sınıfa küçük bir destek olma çabasıdır.

Bu arada evimizin balkonunda oturup yaz’ın son demlerini yaşayıp ve bu haftaki köşenin taslağını düşünürken ana caddeden büyük bir gürültü ile geçen arabaya da bende uyandırdığı duygular için teşekkür ederim. Hepimiz canımız ciğerimiz İlyas Salman ile Şener Şen’in ‘’Çiçek Abbas’’ filmini defalarca izlemişizdir. Oradaki Havalı korna sesinin aynısını arabasında çalan sevgili sürücümüz. Geceyi yırtan bir ses ile birkaç defa beni geçmişe götürdüğü için bence büyük bir alkışı hak etmektedir.

Ülkemizde yıllar önce yaşanıp biten ancak günümüzde çok kötü taklitlerinin kaldığı mahalle kültürünü ne güzel anlatırdı ‘’o’’ dönem filmleri. Büyük bir bağlılık ile birleşmiş her türlü sosyal olaya ve sorumluluğa hazır ve nazır bir yaşam biçimi. Okuldan eve gelen bir çocuğun annesini evde bulamayınca karnını doyurduğu ya da anahtarın emanet edildiği sıcacık ortamlar. Evdeki yemeği beğenmediğimizde çalacak zil sesi ile birlikte gelecek yemeği bekleyebilme umudu.

Karşı mahalleye gazozuna maça gidip de hem maçı kaybedip hem de üstüne güzel bir dayak yiyebilmenin ironisini yaşamaktır. Plastik top ile yapılan antrenmanlardan sonra meşin yuvarlağa dokunabilme şansıdır. Hala boş kalabilmiş bir arsada aylık, misket yada uzun eşek oynayabilme ayrıcalığıdır. Arsanın rant değerini düşürebilmek için çocuksal çabalardır.

Kapının önüne bir açkı açıp çay demlemek ve bütün mahalleyi baştan başa elin kıçında dolaşabilme özgürlüğüdür. Bütün havadisleri bilen ve mahalleyi aslında bir arda tutan mahalle berberi ile dertleşip. Kahvedeki akranlara kağıtta ve okeyde haddini bildirmektir.

Bütün geçmişte kalan güzel duyguların en küçük yapı birimidir, demiştik aileyi bile bir arada tutabilen büyük ve sürekli bir mekanizma.
Bir zamanlar masum gençlerimizi zalim saldırılardan koruyup evinde konuk eden pembe yanaklı hanım efendilerin mekanı.
 Haklı bildiğini ispiyonlamayan aksine haklıyı polise ve jandarmaya bile vermeyen babayiğitler ocağı.

 Bütün toplumsal dönüşümlerimizde olduğu gibi hızla kirlene ve moda deyim ile pembesi gidip tozu kalan çelişkiler mabedimiz. Kendinden olmayanı hızla dışlayan ve aynılaştıran çarkın dişlileri. Konser, sergi, açılış ya da sanatla ilgili hiçbir şeyi hazmedemeyen içi tıka basa doldurulmuş tahammülsüz işkembe. Birlikte hareket edip birlikte hareket eden her şeyi yok etmeye programlanmış robotik düzen. İstanbul’da yapılan NATO toplantılarını protesto ederken polisten kaçan gençleri köşelerde sıkıştırıp döven ve ‘’Bizde Amarikaya karşıyız fakat bunlar camlarımızı gırıy’’ diyen çıkarcı çevre. Gittikleri her küçük şehirde dövülen, hırpalanan tutuklu yakınlarına saldıran güruh.

Endişelenme ey yurdum insanı, sayın büyüğümüz açıkladı; ‘’MAHALLE BASKISI bitti, yaşasın MAHALLE BASKINI’’.