Powered By Blogger

22 Nisan 2011 Cuma

ÇOCUK...

ÇOCUK…

Çocuk kime denir? Öncelikle bu soruya cevap verelim. Genel olarak doğumdan ilkokul beşinci sınıfa kadar olan döneme çocukluk, orta öğretim dönemine ise ergenlik / ilk gençlik denilmektedir. Ancak kanunen on sekiz yaş altı tüm dönem çocukluk olarak tanımlanmaktadır.

Birleşmiş milletler çocuk hakları evrensel bildirgesine göre; çocukların doğal biçimde gelişmesine olanak sağlanması, aç çocukların beslenmesi, hasta çocukların tedavi edilmesi, terk edilmiş çocukların korunması, felaket anında yardımın öncelikle çocuğa yapılması, çocukların her türlü istismara karşı korunması ve kardeşlik duyguları içinde eğitilmeleri gerektiği belirtilmiştir.

Uluslararası Çalışma Örgütü’'nün verilerine göre dünya genelinde 200 milyondan fazla çocuk işçi bulunuyor. Bu ülkelerin başında Hindistan geliyor. Bu ülkede kırsal kesimde yaşayan milyonlarca çiftçi köylerine kamyonlar ile gelen büyük tekstil fabrikalarına ve inşaat şirketlerine çocuklarını dönemlik olarak kiralarlar. Çok ucuz fiyatlara yatılı olarak tutulan bu çocuklar ailelerinin bir yıllık beslenme masraflarını karşılamanın verdiği huzur içerisinde modern çağda kölelik sisteminin bir parçası olmaktadırlar. Yâda Çin’de çok uluslu oyuncak firmalarında hiçbir zaman oynayamayacakları oyuncakları üretip ve dünya üzerindeki milyonlarca çocuğu ucuz yoldan mutlu ederek bu oyunun temel dişlileri haline dönüşmektedirler.

Ülkemizde de durum pek iç açıcı değil, binlerce çocuk işçi özellikle tarım sektöründe yoğun olarak işgücü ihtiyacını karşılamaktadır. Doğu ve güneydoğu kırsalından kentlere doğru gitmiş olan ve gitme hayali kuran çocuklar, kırmızı ışıklarda, meydanlarda veya büyük alışveriş merkezleri önünde ekmeğinin peşine düşmüş halde. Geleceklerini daha anaokulundan tasarlayan yaşıtları ile birlikte yarının büyükleri olacak bu çocukların toplumsal kaynaşma hayalimizdeki yeri büyük bir merak konusu şahsımca. Belki bu satırları okurken elbette ki her insan eşit olamayacak ve her zaman birileri daha önde olacak diye düşünüyorsunuzdur. Ancak dizlerinin üzerinde sürünen bir yeni yetme ile onu koşarak geçip tur bindiren tombul sağlıklı bir bireyin yarışında büyük bir adaletsizlik olması insanı fena halde incitiyor.

İnsanoğlu olarak, bulunduğu durumdan şikâyet etme tutarsızlığından dolayı hep başka durumlara özenip dururuz. Çocukken büyüme hayali, büyüdüğünde ise çocukluk anılarına olan özlem, bir türlü yakamızı bırakmaz. Ama hangi yaş grubunda olursak olalım çocuklara özgü olan hayata karşı duyulan merak ve çevredeki her şeye büyük bir heyecanla bakabilme hali kaybettiğimiz en büyük meziyet olsa gerek. Büyüdükçe hayata daha gerçekçi bakmaya çalışırken beklide tamamen sanal bir kavram olan karmaşıklıklar yumağı bizi büyüdüğümüze ikna etme gayreti içinde. Çocukluğun o yalın ve basit dünyası tüm bu karmaşaya duyulan nefret ile birleştiğinde özlem kaçınılmaz olmakta.

Bu hafta çocuk haftası hepimizin okul hayatındaki minicik heyecanlarına ev sahipliğini yapan Yirmi Üç Nisan’ı kutlamaları haftası. Nerdeyse tek kullanımlık dikilen garip ama rengârenk kıyafetler ile günlerce verilen emeğin icra haftası. Tribünlerde izleyen velilere ve onlara eşlik eden ahbaplara kendini gösterebilme çabası. Büyüyünce asker yada polis olacak çocukların üniformalarına kavuştukları ve militarizme olan övgü betimlemelerinin kutsal mekanı. Neredeyse devletin her makamında koltuklara oturtulan yarının büyüklerinin, öğretilmiş tavırlar ile güzel bir dünya temennileri. Her gün okul önlerinde ettikleri doğruyum ve çalışkanım antlarının bir günlük bile olsa ete kemiğe bürünme ifadesi.

Gittikçe bir birinden uzaklaşan ve yozlaşan toplumumuzda umarım çalışkanlık ve doğruluğun bir erdem olduğunu korursunuz çocuklar ve umarım ki içinizdeki çocuk heyecanını       kaybedip bu büyük dünyamızın karmaşalarında kaybolmazsınız. Ama en çok şuna inanın büyük olmak o kadarda keyifli değil ve oturduğunuz o koltukların hep bir bedeli var. Öyle hızla büyümeye çalışıp sizi yarış atı gibi yetiştiren büyüklerinize kulak asmayın. Oturmayın o koltuklara en iyisi çıkın bahçede oynayın. Çünkü siz hiç büyük olmadınız ama biz çocuk olduk, siz en iyisi bu tecrübeye güvenin.





16 Mart 2011 Çarşamba

Kar..

Birkaç gündür büyük puntolarla yaşamımıza sokulmaya çalışılan, Balkanlardan gelen soğuk ve yağışlı hava sonunda kapımıza dayandı. Bu yazı yazılırken dışarıda hafiften bir türkü tadında kar yağmaya başladı. Nasılda özlemişiz, yağıyor inceden ve usul. Bu gece uyumak yok hasret gidermek var, eğer sonu gelirse..

Kente en son adam akıllı kar ne zaman yağdı hatırlamıyorum ama benim yaşadığım en son kar yağışı ile ilgili daha önceki yıllarda yazdığım bir yazımı paylaşmak istiyorum. Amerikanın Irak’ a tekrar saldırdığı, yurdumuzun ekonomik kriz ve kuş gribi vakaları ile boğuştuğu o günlere baktığımızda, kar yağışı dışında pek fazla değişen olmadığını görmek ayrı bir acı. Şimdi bu yazıyı sunuyorum affınıza sığınarak.

Dışarıda kar yağıyor ve benim zihnimde kocaman ironi tilkileri dolaşıyor kuyrukları bir birine değmeden. Yeryüzünün tüm farklılıklarını/renkliliklerini örten bir aynılık/beyazlık aynı zamanda zorluk, zorundalık, donduruculuk ve mesela kuşlar için ya da Mart’ın kapıdan baktırdığı, kömürü bitmişler için bir sorun olma durumu.

Ne zaman kar yağsa şehre içi umutla dolar Milli Eğitime gönül vermiş öğrenci milletinin ve herkesin kafasında aynı soru dolaşır durur; Acaba kar tutar mı? Ve acaba yarın okul/dershane tatil olur mu? Diye. Tüm diğer tatillere göre kar tatili en hesapsız ve plansız hayatımıza giren bir boşluk durumu. Piyangodan büyük ikramiyeyi tutturmak gibi bir şey ya da yıldırım aşkına tutulma hali.’’ Kentimiz de yoğun hava muhalefeti nedeniyle tüm ilk ve orta öğretim kurumları bilmem kaç gün süreyle tatil edilmiştir ‘’cümlesine duyulan sonsuz saygı ve sevgidir.

Hemen dışarıya çıkıp çocukluktan kalma bir alışkanlık ile hiç kimsenin gitmediği yerlere ulaşıp hiç kimsenin basmadığı karlara basmak lazım. Kar tanelerinin o narin, basit,  uysal sıkışma tınısını duymak/hissetmek gerek. Yürümek, yürümek ve dönüp arkana baktığında kendi izinden başka bir şey görmemek halini yaşamak, tıpkı koca bir ömrü tamamlamak gibi. Bazen düşünüyor insan acaba bu basit ayrıntıların tınısını duymak mutlu ediyor mu? Biz büyük insanlığı diye. Acaba insanın yaşı, malvarlıkları, göbeği büyüdükçe hala görüyor mudur? Hayatın ayrıntı denen tatlarını, mesela serçeleri görüyor mu? Her yerin beyaz bir örtü ile kaplandığı zamanlarda ekmek kırıntıları bırakıyor mu? Boş dükkânların sığıntı köşelerine. Herkesin kuş gribi kuşkusu ile baktığı bu hayvanlara farklı bir taraftan bakan mavi gözlü yaşlılar hala var mı?Diye.

Bütün bu düşünceler içerisinde yoğun yağışlı havaya muhalefet bir dolmuş buluyor ve biniyorum. Dolmuşçunun yanında oturan adam, yüksek sesle ‘’Bu gribi, Amerika başımıza bela etti ., daha çok aşı satmak ve hükümetimizin başarılarını gölgelemek için’’ dedi. Adamın gözlerinde yıllarca devletin gizli arşivlerinde araştırma yapmanın verdiği bir bilgelikten ziyade yoğun bir kurnazlık okunuyordu. Kar yağıyor şehre hala ve doluşçu gayet mutlu. Olsun lastiklere taktığı zincirler lastiklere zarar versin. Nede olsa böyle havalarda müşteri bol yer geniş. Bir trafik polisi biniyor, iki durak arasında ‘’ Şuradan bir kişi uzatır mısınız’’ demiyor, yalnızca geçip oturuyor arkaya ve yine çelişiyor her şey . Dolmuşçunun telefonu çalıyor son moda polifonik bir arabesk tınısıyla. Tekerin zincirleri altında karlar sıkışıyor ve o tınıyı kimse duymuyor. Dolmuşçu telefonla konuşuyor, para sayıyor, vites değiştiriyor ve direksiyonu tutuyor bütün elleriyle. Araba kayıyor sağa sola, polis başını öne eğip oralı bile olmuyor. Dolmuşçu mutlu, karlar savruluyor dört bir yana. Ve ben her sindirilmiş, normal vatandaş gibi içime atıp sinir oluyorum kendi küpüme zarar. Telefonum çalıyor, telefonda tatil olmuş milli eğitimden bütün arkadaşları temsilen bir ses ‘’ Hepimiz lokaldeyiz King oynayacağız, seni bekliyoruz’’ diyor. Mutluyum en azında şimdilik, yüzümde bir tebessüm ve içimden diyorum, boş ver Amerikan bombalarını, ekonomik krizi, kuş gribini ve dolmuşçuyu şimdi git ve tek haneli boşluklarını çok haneli yazı tahtaları doldur.

Bu arada, geçmişe dair yazılan bu yazı havada kadı ve ilham kaynağımız/beklentimiz kar durdu.

Zümrüdüanka

Anka, Tuğrul, Anka-yi mugrip, Huma Kuşu, Devlet Kuşu, Batı kültürlerinde ise Phoenix adlarıyla anılır. Adı uzun boynu veya boynundaki beyaz halkadan gelir. Her hayvandan bir iz taşıyan, rengârenk, tüylü yüzü ile insana benzeyen mitolojik bir hayvandır.  Daima tektir ve erkektir. Ömrünün sonu yaklaştığında bahar ağacı yapraklarından yaptığı yuvasını ateşe verip kendini yakarak,  kendi küllerinden yeniden dünyaya gelir. Batı’ da milattan önce V y.y.’dan  itibaren mitolojik anlatımları başlayan Anka kuşu Hıristiyanlıkta yeniden dirilmenin sembollerinden biri olarak görülmüştür. Araplar arasında Anka hikâyesi Semender ile karıştırılır. Semender de bazen kuş olarak tasvir edilir. İran mitolojisinde adı Simurg ve yeri Kaf dağıdır. Hem ruhun ölmezliğinin hem de yeni yılın simgesel hali olarak da düşünülür.

Bütün kültürlerde kendi küllerinden yeniden doğmak ile tasvirleşen bu kuş, hayatın hem biyolojik hem de zihinsel çevriminin en güzel ifadesi olmuştur. İnsanoğlunun gerek ulusal olarak gerekse bireysel olarak düştüğü en zor durumdan bile çıkabilme yeteneği ile simgeleşmiştir. Gençlik dönemlerimizde seyrettiğimiz Rocky filmleri gibi bir şeydir, Anka kuşu olmak.  Yediği bütün yumruklara ve bazen de yenilgilere rağmen sil baştan başlamaktır hayata ve dövüşe.

Geçtiğimiz hafta içerisinde Japonya’da gelmiş geçmiş en büyük deprem ve tsunami dalgalarından birisi oluştu. Gerek depremin gerekse dalgaların yaptığı yıkıcı etki ve doğanın bu karşı konulamaz gücü karşısındaki bir şeyler yapamama durumu hepimizi bir şeyleri tekrar düşünme ye itti. Belki de her ülke bizim muhteşem basınımızdaki gibi olabilecek senaryoları kendi ülkelerine uyarladı durdu. Kelli felli uzmanlar çıktı televizyon ekranlarına ülkemizdeki riskleri anlattılar. ‘’Aslında her canlı kendi ölümüne ağlarmış bir başkası öldüğünde’’ sözünü doğruladılar.

Son yüz yıllık tarihinde beşten fazla büyük deprem ve iki tane atom bombası yıkımı yaşayan Japonya, Kaf dağının arkasındaki uzak bir ülke gibi bir şey. Uluslar arası emperyalizmin en büyük aktörlerinden birisi olan bu ulus, kendi küllerinden yeniden doğmanın da dünyadaki en güzel örneği. İkinci dünya savaşı sonrası bütün ekonomik, politik ve askeri ambargolara rağmen dünyanın ilk üç ülkesinden birisi olmak ve bunu doğal kaynaklarının kısıtlılığına rağmen başarmak ya Anka kuşu mucizesine inanmak ya da bir ulusun çabasına hayran olmaktır.

Cihana hükmetmiş koca bir imparatorluğun evlatları olmak ile övünen, biz muhteşem yüzyılın torunları. Kurtuluş savaşı ile kendi küllerinden yeniden doğmaya çalışan bir ulusun evlatları olarak kendi Anka kuşumuzu ne kadar oluşturduğumuz kocaman bir soru kafamızda. Yıllardır her ulusal coşkumuzda bağıra çağıra söylediğimiz ‘’onuncu yıl marşına’’ konu olmuş, ilk yıllarımız dışında ne kadar büyük bir güç olduk ya da neler katabildik şu bilimsel hayata bilemiyorum. Aslında cevabı sporumuzda, bilimimizde, eğitim sistemimizde, ekonomimizde, demokrasimizde, seçim sistemimizde ya da hepsini kapsayan kendini bile kandırmayı başara bilen beynimizde saklı.

Adına ister Nevruz ister Newroz isterse Ekinoks günü deyin doğanın kendi küllerinden tekrar doğduğu ve bizi buna müthiş ölçüde teşvik ettiği Mart’ın yirmi birinin hepinize kutlu bir doğum olmasını dilerim.

15 Mart 2011 Salı

GÜÇ...

Birim zamanda yapılan işin hapım hızına güç, harcanılan çabaya ise enerji denilmektedir. Fizik biliminde kullanılan en yaygın güç birimleri, Newton, Watt ya da beygir gücüdür.

 İnsanoğlu yerleşik yaşam kültürü ile birlikte artık toplayıcı konumdan üretici konuma geçince nerede akşam, orada sabah alışkanlıkları da bitmiş. Yan gelip yatmaktan çalışır durumda bulunca kendini, doğal olarak işin kolayını bulmak için uğraşıp durmuş. Önce uzunca bir süre evcilleştirdiği hayvanları olaya ortak etmiş. Ürettikçe tüketen bir toplum olma yolunda hızla ilerleyince işin içerisine makineler girmiş ki üretim coşmuş. O gün bu gündür gücünü harcayacak bir yer bulamayan insanoğlu ya spor salonlarına koşmuş ya çeşitli oyunlar icat etmiş ya da birbirini dövüp durmuş.

            Güç bazen paraya sahip olmaktır. İncecik pazularına, sıskaca bedenine ve korkak bir yüreğine rağmen büyük bir gururla bakabilme lüksüdür, çevrendekilere. Sen benim kim olduğumu biliyor musundur? Sen uzaklaşıp gittikten sonra adamlarının halletmesidir bütün kirli işleri.

            Bazen silaha sahip olmaktır güç. Tüm yırtıcılar içerisinde bizi besin zincirinin en tepesine taşıyan donanımdır. Etçil ve otçul dünyamızda bütün türler hızla yok olup giderken bizim hızla artmamızın altındaki sihirli güçtür. Bütün Uzakdoğu sporlarını etkisiz kılan uzaktan her şeyi halletme becerisidir.

            Bazen güç cinsiyettir, erkeklikten gelen ayrıcalıktır. Yaradılıştan bu yana aile denen çekirdek yapının devamlılığı için gerekli bir koruyucudur. Haktır, hukuktur, bilendir. Ekonomisi kötü giden orta ya da alt sınıf halkın ekmek getireni ve kuralı koyanıdır kendince.  Geleneksel Türk aile yapısının ürünü olan ve erkek çocuklarına sağlanan sınırsız özgürlük ile beslenen çocuk yetiştirme tarzımız, toplumsal buhranlar ile birleştiğinde sonun da elleri silahlı ve bıçaklı canavarlar yarattı. Kocasından uzun zamandan beri şiddet gören ve artık canına tak edip boşanma talebinde bulunan birçok kadın birer birer öldürülüyor. Kendisini güçlü gören kocaları ya da sevgilileri tarafından.

            Demokrasi denilen mekanizmayı işler kılan donanımlardan en önemlisi herhangi bir neden ile güçlü olanın güçsüz olan üzerine kurduğu baskıyı engelleye bilmektir. Ama herkes için eşit ölçüde yaşama hakkına sahip olmasını ön gören kurallar zinciri her şeyi ile insan uygulamalarında bitiyor. Kafamızda oluşturduğumuz devlet kavramı kendisini her zaman erkek olarak görmüş olmalı ki işlenen kadın cinayetlerinde hiçbir zaman yeterli cezalar verilmiyor. Türk Ceza Kanunu’nun 81. maddesi, kasten adama öldürme için ağırlaştırılmış müebbet hapsi veriyor. Ama mahkemeler, TCK’ın 29. maddesindeki ‘’haksız tahrik indirimini’’ devreye sokarak kadın cinayetlerine indirim uygulamaya devam ediyor. Töre cinayetleri serisine şimdide şehirli yaşamımızın getirdiği kıskançlık ve aşk cinayetleri eklenerek ‘’haksız tahrik indirimiyle’’ ataerkil yapılar yeniden üretiliyor. Cinayetten sonra ifadesi alınan ya da mahkemede savunma veren neredeyse bütün katiller sözleşmiş gibi hep aynı cevabı veriyor, erkek kimliklerinin ‘’tahrik edildiğini’’ söylüyorlar.

Ve kadın cinayetlerini’’namus cinayeti’’ olarak tanımlayan/kabullenen toplumsal bellek, kadını kendi ölümüne davetiye çıkaran kişi olarak görüyor. Mardin de onlarca kişinin tecavüzüne uğrayan daha reşit bile olmamış kız çocuğunun faillerine ancak birkaç yıl ceza veren zihniyet ile kadın cinayetlerini cezalandırmaya çalışan kafa her ne kadar kendisinin farklı yere koysa da, Selçuk Üniversitesinde ahkam kesen akademisyen bozuntusundan farklı değildir. Sonuç itibariyle erkekleri ağır biçimde tahrik eden de kadındır, tacize yol açan tecavüze davetiye çıkaranda. Bizim salyalı erkek ağızlarımızın ve yıllardır bastırdığımız libidomuzun olayda hiç rolü yoktur.

Haftayı doğruluğuna pek inanmadığım bir trajik komik bir haber ile kapatalım. ‘’Öldürdüğü eşini yeni yaptırdığı evin temeline gömen adam, sorgusu sırasında polise ; Evi benim üzerime yap demişti, bende yaptım demiş.



3 Mart 2011 Perşembe

GÜÇ...

Birim zamanda yapılan işin hapım hızına güç, harcanılan çabaya ise enerji denilmektedir. Fizik biliminde kullanılan en yaygın güç birimleri, Newton, Watt ya da beygir gücüdür.

 İnsanoğlu yerleşik yaşam kültürü ile birlikte artık toplayıcı konumdan üretici konuma geçince nerede akşam, orada sabah alışkanlıkları da bitmiş. Yan gelip yatmaktan çalışır durumda bulunca kendini, doğal olarak işin kolayını bulmak için uğraşıp durmuş. Önce uzunca bir süre evcilleştirdiği hayvanları olaya ortak etmiş. Ürettikçe tüketen bir toplum olma yolunda hızla ilerleyince işin içerisine makineler girmiş ki üretim coşmuş. O gün bu gündür gücünü harcayacak bir yer bulamayan insanoğlu ya spor salonlarına koşmuş ya çeşitli oyunlar icat etmiş ya da birbirini dövüp durmuş.

            Güç bazen paraya sahip olmaktır. İncecik pazularına, sıskaca bedenine ve korkak bir yüreğine rağmen büyük bir gururla bakabilme lüksüdür, çevrendekilere. Sen benim kim olduğumu biliyor musundur? Sen uzaklaşıp gittikten sonra adamlarının halletmesidir bütün kirli işleri.

            Bazen silaha sahip olmaktır güç. Tüm yırtıcılar içerisinde bizi besin zincirinin en tepesine taşıyan donanımdır. Etçil ve otçul dünyamızda bütün türler hızla yok olup giderken bizim hızla artmamızın altındaki sihirli güçtür. Bütün Uzakdoğu sporlarını etkisiz kılan uzaktan her şeyi halletme becerisidir.

            Bazen güç cinsiyettir, erkeklikten gelen ayrıcalıktır. Yaradılıştan bu yana aile denen çekirdek yapının devamlılığı için gerekli bir koruyucudur. Haktır, hukuktur, bilendir. Ekonomisi kötü giden orta ya da alt sınıf halkın ekmek getireni ve kuralı koyanıdır kendince.  Geleneksel Türk aile yapısının ürünü olan ve erkek çocuklarına sağlanan sınırsız özgürlük ile beslenen çocuk yetiştirme tarzımız, toplumsal buhranlar ile birleştiğinde sonun da elleri silahlı ve bıçaklı canavarlar yarattı. Kocasından uzun zamandan beri şiddet gören ve artık canına tak edip boşanma talebinde bulunan birçok kadın birer birer öldürülüyor. Kendisini güçlü gören kocaları ya da sevgilileri tarafından.

            Demokrasi denilen mekanizmayı işler kılan donanımlardan en önemlisi herhangi bir neden ile güçlü olanın güçsüz olan üzerine kurduğu baskıyı engelleye bilmektir. Ama herkes için eşit ölçüde yaşama hakkına sahip olmasını ön gören kurallar zinciri her şeyi ile insan uygulamalarında bitiyor. Kafamızda oluşturduğumuz devlet kavramı kendisini her zaman erkek olarak görmüş olmalı ki işlenen kadın cinayetlerinde hiçbir zaman yeterli cezalar verilmiyor. Türk Ceza Kanunu’nun 81. maddesi, kasten adama öldürme için ağırlaştırılmış müebbet hapsi veriyor. Ama mahkemeler, TCK’ın 29. maddesindeki ‘’haksız tahrik indirimini’’ devreye sokarak kadın cinayetlerine indirim uygulamaya devam ediyor. Töre cinayetleri serisine şimdide şehirli yaşamımızın getirdiği kıskançlık ve aşk cinayetleri eklenerek ‘’haksız tahrik indirimiyle’’ ataerkil yapılar yeniden üretiliyor. Cinayetten sonra ifadesi alınan ya da mahkemede savunma veren neredeyse bütün katiller sözleşmiş gibi hep aynı cevabı veriyor, erkek kimliklerinin ‘’tahrik edildiğini’’ söylüyorlar.

Ve kadın cinayetlerini’’namus cinayeti’’ olarak tanımlayan/kabullenen toplumsal bellek, kadını kendi ölümüne davetiye çıkaran kişi olarak görüyor. Mardin de onlarca kişinin tecavüzüne uğrayan daha reşit bile olmamış kız çocuğunun faillerine ancak birkaç yıl ceza veren zihniyet ile kadın cinayetlerini cezalandırmaya çalışan kafa her ne kadar kendisinin farklı yere koysa da, Selçuk Üniversitesinde ahkam kesen akademisyen bozuntusundan farklı değildir. Sonuç itibariyle erkekleri ağır biçimde tahrik eden de kadındır, tacize yol açan tecavüze davetiye çıkaranda. Bizim salyalı erkek ağızlarımızın ve yıllardır bastırdığımız libidomuzun olayda hiç rolü yoktur.

Haftayı doğruluğuna pek inanmadığım bir trajik komik bir haber ile kapatalım. ‘’Öldürdüğü eşini yeni yaptırdığı evin temeline gömen adam, sorgusu sırasında polise ; Evi benim üzerime yap demişti, bende yaptım demiş.

23 Şubat 2011 Çarşamba

CEMRE..

Cemre, kelime karşılığı olarak kor halindeki ateş anlamına gelmektedir. Diğer bir anlamı ise, Müslümanların hac sırasında Mina vadisinde attığı taşlardan meydana gelen yığındır. Divan şairlerinin, cemre zamanlarında baharın gelmesi dolayısıyla, önemli kişilere yazdıkları övgü şiirleri de Cemreviye olarak bilinmektedir. Meteorolojik bir olay olarak bilinen cemre ise takvimlerde ilkbahardan önce birer hafta aralıkla havaya, suya ve toprağa düştüğü inanılan ısıtıcı (ısıl) güç veya sıcaklık yükselmesi olarak tanımlanır.

Bazı kaynaklara göre, cemre sözcüğüyle adlandırılan sayılı günlerin, takvim klimatolojisine nasıl girdiği bilinememektedir. Cemrelerin, yılın 180 gün süren soğuk yarısı olarak ayırt edilen Kasım döneminin 100. gününden sonra, sıcaklığın yükselmesiyle ilgili gözlem birikimini, kora benzetilen bir enerji kaynağıyla açıklama düşüncesinden kaynaklandığı söylenebilir. Birinci Cemrenin 20 Şubatta havaya, İkinci Cemrenin 27 Şubatta suya, Üçüncü Cemrenin 6 Mart’ta (artık yıllarda 5 Mart) toprağa düştüğü varsayılır.
Birinci cemre geçtiğimiz hafta içerisinde düştü ve muhtemelen siz bu yazıyı okurken ikincisi de suya düşmüş olacak. Neredeyse uzun bir sonbahar havasında yaşadığımız kışın sonuna gelmiş bulunmaktayız durum itibariyle. Akdeniz vari bir iklimime gidiyoruz, kanımca. Hepimizin kış kışlığını bilmeli sözü boğazımızda düğümlendi kaldı. Sanki hiç kimse gelen bahara karşı heyecan duymuyor gibime geliyor. Bütün toplum düşen cemreleri değil de gelecek olan baharın ve yazın ne kadar bereketsiz/verimsiz olacağından dem vurmakta.

 Malum gelişmekte olan bir ülkenin gelişmekte olan bir şehrinde yaşıyoruz efendim. Tüm gelişmekte olan toplumlar biraz bilimsel kafadan yoksun ve daha çok gösteriş budalası bir hava takınıp durmaktayız. Belki de şehrimizin Konya, Kayseri, Denizli ve Bursa gibi şehirlerin sosyolojik yapısına bu kadar benziyor olması bunun en doğru kanıtıdır. Bilen bilmeyen ki daha çok bilmeyen tüm ağızlar, yıllarca sonra öğrendikleri şeyleri birkaç hafta ağızlarında sakız kıvamına soktuktan sonra bir daha alamamak üzere uygun bir zemine atıp uzaklaşırlar. Bu aralar favori kelimemiz ‘’Küresel ısınma’’ bir çoğumuz meteorolog yada iklim bilimci, kimimize göre; İklimimizi bu barajlar mahvetti. Bir başkası için tüm günahların sorumlusu, küresel ısınma daha da ileri gidip ozonu delenler suçlanmalı diyenler oluyor. Kent halkı olarak kullandığımız yüksek oranda kömürle ve iki yüz metre uzağa bile yürüyerek gitmeye üşenen tavırla küresel ısınmaya büyük katkılar yaparken ve çocuklarımızı tamamen bu bilinçten uzak yetiştirirken, böyle cümleler ile spor yorumcuları edasına girmemiz, herhalde sonradan görmeliğimizin en büyük kanıtı. Ne diyelim belki bir gün bizde muasır medeniyetler seviyesine ulaşır ve bilim denen şu deneysel dünyaya bodoslama bir dalış yaparız. Yâda tüm tartışmalardan uzaklaşır, Şubat çıkmadan bir sürpriz yapıp bir de bakmışız ki bembeyaz bir örtüye bürünmüşüz bu hafta.

Cemre sanırım geleneksel terminolojimize Orta Asya kültürümüzden, Şamanist geleneklerimizden girmiş bir kavram. Kendimi bildim bileli benim için hep mistik bir yönü vardır. Umut ya da yeni bir fikir gibidir. Yüreğimize ya da zihnimize düşen. Bir tohum gibidir, toprağa ya da rahim’e bırakılan. Yenilenmek gibidir, canlanmaktır. Çatlayıp çıkmaktır metrelerce derinlikten dışarıya. Tıpkı yeniden canlanan yaşama sevinci gibi önce kalbimize sonra aklımıza takılıp kalan. En son toprağa düşmek gibidir tüm yaşayan organizmalara.

Ortadoğu halklarının kalbine bir cemre düştü yaşadığımız şu günlerde. Önce kalplerine düştü sonra tüm öfke samimiyetleri ile zihinlerine. Meydanları doldurdular olanca güçleri ile ve sağanak olup yağdılar yıllarca kendilerini uyutan karakışa inat. Tüm adını demokrasi ile süslemiş baskıcı rejimler bir bir yıkılıyor, domino taşları misali. Ve tüm insani değerlere inanmış yürekler heyecanla düşecek son cemreyi bekliyor bütün insanlık adına. Adına demokrasi dediğimiz bu son cemreye, tüm topraklara düşecek ve umutla yeşerecek. Bütün bu öfke ve inancın yaratığı bilinç ile sömürüden uzak kendi kaderlerini tayin ettikleri ve insanca/ hakça bölüştükleri son cemreye.

Ne diyeyim bir son söz yerine, Antep ağzından bir deyiş ile ‘’appiside bizim ileri demokrasimize’’. Yada şiirsel bir söylem ile ‘’ Belki şehre bir film gelir, bir güzel akşam olur, iklim değişir Akdeniz olur, hadi gülümse…

15 Şubat 2011 Salı

KAPLAN


Kaplan,  bir memeli hayvan türü ve büyük kediler ailesinin dört üyesinden biridir. Süper yırtıcıdır ve vahşi hayatta bulunan en büyük kedi türüdür. Hint alt-kıtası dünyada yaşayan vahşi kaplanların %80'ine ev sahipliği yapmaktadır. Kuzeyde Sibirya güneyde Hindistan ile Malakka yarımadası arasındaki bölgelerde bulunur. Dünya üzerinde bulunan en büyük ve en ağır kedi türüdür.

Origami,  Japonca "ori" (katlamak) ve "gami" (kâğıt) sözcüklerinin birleşiminden meydana gelmiş olup kâğıt katlama sanatına verilen addır. İsmi Japonca olsa da Çin kaynaklı bir sanat olduğunu iddia eden kaynaklarda vardır. Genellikle kare kâğıt parçalarını kesmeden ve yapıştırıcı kullanmadan, sadece katlayarak, çeşitli canlı ve cansız figürler oluşturarak yapılmakla birlikte, dikdörtgen kâğıtlardan, hatta kâğıt paralardan yapılan modeller de oldukça fazladır.

Geçtiğimiz günlerde CHP’nin yeni genel başkan yardımcısı, Süheyl Batum Silahlı kuvvetler için ‘’ Meğer kâğıttan kaplanlarmış’’ terimini kullandı. Yıllardır hayatın her alanındaki gücüne inandığımız bir kurumun yaşanan olaylar karşısındaki suskunluğunu ifade etmek istedi kendince. Belki de yaşanan her olayın orduya havale edilmesini adet edinmiş bizim gibi gelişmeye çalışan ülke ve demokrasilerde herkesin ağzındaki baklayı çıkarmasını sağladı. Halimize/fikrimize tercüman oldu sağ olsun.

İnsanlık var olduğundan beri toplumları yönetmek ve düzene sokmak için güç ve otorite önemli bir silah olmuş nede olsa insan denen aciz varlık bu iki şeye tapmış durmuş. Ve yöneten ne kadar aciz ise bilgelikten, o kadar zorba ve acımasız olmuş. Bütün büyük korku imparatorluklarında büyük yırtıcılar dolaşmış sokaklarda, meydanlarda. Ve yöneten ne kadar basiretsiz ise aslında o kadar dik dolaşmış dünyevi mekânlarında. Başak ne kadar dolu ise boynu o kadar eğridir deyişini hiç önemsememiş üç günlük iktidarında. Bir gün bir yiğit çıkmış yada adına halk denilen inançlı kalabalıklar. Bir yıkmışlar ki adına kale denilen duvarları/yaşamları içerisinde saman doldurulmuş bebekler, kurşun askerler ve kâğıttan kaplanlar. Büyük insanlık anlatmış dilden dile büyük destanlar ile bütün macerayı baştanbaşa. Ama yinede her dönemde bir kâğıt bulunmuş katlanarak kaplana dönüştürülen.

Mussolini, Hitler, Saddam Hüseyin ve daha nice titrek, kırılgan kaplanlar tarihin önünden bir film şeridi gibi geçmekte. Vahşi kapitalizm çağını yaşamakta olan günümüz toplumlarında aslında her birey karşısındaki rakibi için dişli bir güç iken iç dünyasında kâğıttan kaplan. Milyonlarca amaçsız, yüreksiz ve toplumsal bilinçten yoksun kaplan dolaşıyor sokaklarımızda, giyimleri ile bakışları ile her an üzerinize atlamaya hazır bir kedi. Ama güneş batıp ta herkes kendisine ayrılan bölüme çekildiğinde, açıldığında bütün katlanmış bölümler, buruş buruş bir kâğıttan başka nedir ki insan. Yâda evinde, sokağında, köyünde gerine gerine dolaşan birçok kaplan bölgesinin dışına çıktığında yalnızca uyuz bir kedi.

Son dönemlerde önemli gelişmeler oluyor yakın coğrafyalarımızda. Kendini bir asırdır dünyanın ağabeyi olarak kabul ettirmiş bir kaplan. Kendi yarattığı kaplanlarının yıktırarak yeni kâğıtlar katlayıp durmakta Büyük Ortadoğu için. Adamın işi kolay. Nede olsa dünyada ağaç ta çok selülozda/ kâğıtta ve kaplan olmak isteyende.

3 Şubat 2011 Perşembe

ORTADOĞU...


Coğrafi anlamda Mısırdan başlayıp, İran dağlarına kadar uzanan ve adına Arap Yarımadası denilen toprakları kapsayan alana Ortadoğu denilmektedir. Avrupalıların, Doğu toplumlarını tanımlarken kullandıkları ifadelerden birisidir aslında.

Dünyanın ilk yerleşme ve kentlerini sahiplik etmiş bu coğrafya, yaşadığı kurak iklim koşullarına rağmen içinden geçen ve can damarları sayılan iki nehir (Fırat/Nil) tarafından hayata tutunma imkânı bulur. Bu gün dünya kültür ve kazanımlar kültürüne damgasını vurmuş olan Mısır ve Sümerler gibi iki büyük topluluk bu suların kıyısında bu topraklar üzerinde var olmuştur. Öyleyse Ortadoğu modern toplumumuzun, yerleşik yaşamımızın esin kaynağıdır.

Yeryüzünde hüküm süren üç büyük semavi dinin bize ifade edildiği yerdir ya da kuruluşunu sağlayan toplumlar bu alanlarda faaliyet göstermiştir. Beklide, tarih boyunca sürekli karıştığından olsa gerek. Tanrının insanlığı yola getirmek için en çok çaba harcadığı ve peygamberler gönderdiği alan olmuştur. Kendilerini Tanrının özel çocukları olarak gören bir çok toplum bu özelliklerinden dolayı dış güçler tarafından sürekli pohpohlanmış ve sayısız diktatörler ve generaller yaratmıştır. Kendilerini Tanrının yeryüzündeki temsilcisi gibi gören bu güç sahipleri tarihin gösterdiği en büyük eziyetleri yaşatmışlar, maalesef kendi halklarına. Halk arasında ‘’ Keklik gibi kendi soyuna düşman ‘’ diye bahsedilen bir söz vardır. Belki de söylenecek en anlamlı laftır.

Özellikle geçtiğimiz yüzyılın başlarında ‘’Petrol’’ denilen lanetli sıvının yüksek miktarlarda bu bölgede bulunması ile Dünya için birden bire çok önemli bir saha konumuna gelmeye başlamıştır. Her biri bir emirlik/aşiret statüsünde olan yaşam biçimleri devletlere dönüşmeye başlamış ve her devlet neredeyse başka bir devlet tarafından himaye edilmek durumunda olmuştur. Özellikle hurma gibi tarım ürünlerini yetiştiren ya da çöllerdeki vahalarda deve/keçi gibi hayvanları otlatan bedeviler petrol ile tanışmakla birlikte, bir Nissan patrol cipin bir deveden daha ekonomik olduğu gerçeğini kavramışlardır. Özellikle Dünya savaşları sonrasında hızla gelişen, her toplum gibi bir türlü kültürel anlamda kendine yetemeyen yada demokrasiyi içine sindiremeyen bu ülkeler zamanla daha önce bahsettiğimiz diktatörlerin pençesine düşmüşlerdir. Kısa sürede topraklarında bulunan muazzam petrol yataklarından aldıkları minik paylar ile her türlü aşırılıkları mubah sayan bu toplumlar, Dünyanın en büyük mabetlerine, gemilerine, uçaklarına ve saraylarına sahip oldukça yükseleceklerini sanan bir düş gezgini durumuna düşmektedirler. Her gün bölgedeki kanallardan devasa şilepler ile ya da kilometrelerce uzunluktaki boru hatları ile tüm dünyaya taşınan insanlığın kanı durumundaki petrol yarattığı müthiş karlar ile tüm lanetini bu coğrafyaya bulaştırmış durumda.

Genellikle İslam toplumlarından oluşan bu ülkelerde zengin ile fakir arasındaki korkunç uçurum halkın hem daha kolay yönetilmesine hem de patlamaya hazır bir saatli bomba ironisine yol açmaktadır. Doksanlı yılların başından beri bu bölgeye dayatılan ve yavaş yavaş uygulanan Büyük Orta Doğu Projesi ile halkların bir kısmı derinleşen acılar çeker iken kimisi de bu ganimetin tepesine çökmek için çaba harcamaktadır. İnsan ırkının en zayıf noktalarından ikisi olan dinsel kavramlar ve milliyetçilik bağları yaşayan tüm halkların bir saatli bombaya dönüşmesi için zemin hazırlar iken ortaya çıkan hazin tablo ‘’ kimin eli kimin cebinde’’ deyimselliğini çağrıştırmaktadır. Sudan, BM tarafından ikiye bölünüyor, İsrail ve Filistin’in  durumu aşikar, Tunus ve Mısırda büyük çaplı halk ayaklanmaları yaşanmakta, Irak yerle yeksan, İran büyük bir kıskacın altında, Libya, Suriye ve Ürdün pimin çekilmesini bekliyor. Lübnan yıllardır içten içe yanıyor veya kana bulanıyor. Yemen ve Somali de taraflar/kabileler birbirini boğazlamak için kol geziyor, Afganistan uygarlığımızın yüz karası manzaralara tanık. Yani neresinden tutsanız elinizde kalıyor ve tuttuğunuz yeri kirletiyor.

Özellikle İslam Rönesans’ı denilen binli yılarda şiirin, aşkın ve bilimin barınağı olan bu topraklar da insan aslında ilerleme ile gerileme arasında tıkanıp kalıyor. Bir dönemin Piramitleri, Asma bahçeleri, sulama kanallarını ve tarım devrimini gerçekleştirmiş bu toplumlarda yaşanalar, içi kendini yakar iken dışı başkasını durumuna gelmiştir. Durum gösteriyor ki gelecekten umut ile bahsetmek pek mümkün değil. Daha çok silah sıkılacak/satılacak ve çok bomba yağacak çocukların başına. Belki petrol bitecek ama her bir damla suyun bedeli beklide bir damla kan ile ölçülecek. Ve büyük insanlık artık şunu bilmelidir ‘’ Hey ağalar atılan her bomba belki bir Arap çocuğu öldürürken kanınız kıpırdamıyor ama anlayın ki;  artık savaşlar eski savaşlar değil. Ölüm yalnızca savaş meydanlarında değil. Atılan her bomba Ozonumuzda, havamızda, suyumuzda kalıcı bir etki. Aslında biz de yavaş yavaş ölüyoruz’’. Büyük Orta Doğu’nun bekçiliği aşkına.


28 Ocak 2011 Cuma

GRİ..


Günlerdir beklediğimiz soğuk ve yağışlı hava sonunda geldi çattı. Gökyüzü birkaç gündür bulutlu ve gri. İşin güzel yanı yağmur yağıyor ama yinede kapalı bir havaya katlanmak bizim gibi güneşle yıkanan toplumlara zor geliyor olsa gerek. Gri kelimesi dilimize Fransızca duman anlamına gelen ‘’Gris’’ teriminden gelmiş. Türkçedeki yaklaşık karşılığı ise ‘’boz’’ terimidir. Siyah ve beyaz gibi aslında birbirine oldukça zıt iki rengin belirli oranlarda karıştırılması ile elde edilmektedir.

Ülkemizde özellikle okullar, hastaneler ve kışlalarda hâkim olarak kullanılan bu renk hafızamızda bir devlet griliği olarak yer tutmaktadır. Bulunduğu kuşak ve özel konumuyla rengârenk bir görünüm sunan Anadolu Yarımadasında bütün resmi kurumlarımızda bir rengin yaygın olması bana hep garip gelmiştir.

Mesela sarı güneşin/ışığın rengidir. Özellikle yaz aylarında ülkemizin iç bölgelerimizde yeryüzünü örtü gibi kaplayan bozkırın rengidir. Yerde bulduğumuzda öpüp başımıza koyduğumuz ekmeğin/buğdayın rengidir. Ortak sevdadır ezeli rekabette, birleştiricidir.

Bayrağın rengidir kırmızı, kanımızı verdiğimiz simgedir. Tutkunun rengidir, kışkırtıcıdır. Can verendir. Kalbimizden başlayıp tüm hücrelerimize doğru bir yolculuğun rengidir. Kimilerine göre sarının vazgeçilmezidir.

Gökyüzüdür lacivert. Okyanustur alabildiğince, derin. Dalıp gitmektir ufuklara hesapsızca. Liseli yıllarımızdan kalan gri pantolon üstüne giyilen tamamlayıcı ceket ve kravattır. Saygınlığın rengidir bütün bürokratik sahalarda. Beklide sarıya en çok anlam katandır.

Ciddiyettir siyah. Bazen matem bazen ise başkaldırıdır. Şiddetle patlayan bir volkanın arkasında bıraktığıdır. Bir bazalttır yoğundur, serttir şiddetli bir karşı koyuştur. Gecedir aydınlığın habercisidir, yıldızlara fondur olanca matlığı ile.

Bütün renklerin kökenidir, beyaz. Hem toplayan hem de yansıtandır. Kardır, doğaya çekilen bembeyaz bir perdedir. Saflıktır, bütün genç kızlık rüyalarında. Siyaha tezattır ama eşidir yoldaşıdır. Birleşiminden doğacak griye karşı alabildiğince temkinli bir yaklaşımdır.

Hamsiye çizilen ince bir çizgidir Bordo. Karadeniz’in üzerinde bütün cesaretiyle salınıp giden bir rast gele hikâyesi takalardır. Kırmızıya mavinin kattığı bir ağırlık/soyluluk halidir. Ara bir renktir, ağırdır belki ama sonu düşünülmeyen bir cesaret halidir çünkü fena kırmızıdır.

Dünyamızın uzaydaki tanımıdır, mavi. Mavi gezegenin sonsuzluğa kattığı bir renktir. Horon çekip uzak ufuklarda kısmetini arayan, bir toplumun ufuk çizgisidir. Memleket düşmanı denilen ve memleketine şiirler yazan şairin gözlerinin rengidir. Karşı kıyıdan bakmak zorunda kaldığı yurdunu en çok gördüğü renktir.

Geçtiğimiz hafta spora gönül vermiş renkleri ile Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor, Gençlerbirliği, İzmirspor, Karabükspor, Çanakkale Dardanelspor, Altay, Adanademirspor, Kartalspor, Giresunspor, ve birçok takımlarımızın taraftarları hep birlikte Taksim meydanından Galatasaray meydanına kadar yürüdü. Birçok takımlarımıza gönül veren taraftarların hep birlikte barışça protestoya katılması ve en ezeli rakip takımları Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarının bile yan yana olması çok dikkat çekiciydi.

Tribünlerde birbirine karşı olanca gücü ile yüklenen karşıt taraftarlar bu kez birbirinin omzuna yüklendi ve olanca güçleri ile bağırdılar. ‘’Türkiye bütün renkleri ile bir ulustur diye’’. Stat açılışında devletin kendisi ile övünen öncüllerini yuhaladılar diye tutuklanan/fişlenen tüm Galatasaray taraftarlarının yanda olmaya gelmişlerdi. Ülkeleri rengârenk kalsın diye. Yaşadıkları topraklar yoğun bir sis griliğine bulaşmasın diye. Pırıl pırıl güneşli günler görsünler diye toplandı binlerce taraftar. Puslu havaya inat bağırdılar binlercesi, insan yüzleri ile. Duman çökmesin ve kurt sevdiği puslu havaya kavuşmasın diye.



19 Ocak 2011 Çarşamba

DİKTATÖR

Diktatörlük, herhangi bir kurum, yazılı ya da yazılı olmayan yasal düzenlemeler veya başka bir sosyal ve/veya politik faktör tarafından sınırlanmamış bir liderliğin mutlak yönetimidir. Doğal olarak bu lidere de diktatör denilmektedir. Toplum bilim açısından bakıldığında, tarihsel süreç boyunca çeşitli diktatörlük biçimleri yaşanmış ve hala demokrasinin tam olarak oturmadığı ülkelerde seçimle başa gelenlerin bile zamanla seçilmiş diktatörlere dönüştüğü görülmektedir. Gelin önce çeşitli toplumlarda yaşanmış ve yaşanmakta olan diktatörlük biçimlerine kısaca bakalım.
Totalitarizm, Nazizm, Faşizm ve Sovyet Komünizminde örneklenen, tek bir partinin egemenliği altında, her tür siyasi, ekonomik ve toplumsal faaliyetin devlet tarafından düzenlendiği ve muhalefetin baskı altında tutulduğu ve ezildiği, özgürlüğe yer bırakmayan siyasi yönetim tarzına denilmektedir. Gerek Hitler gerek Mussolini ve Stalin tarafından uygulanan bakışları farklıda olsa zamanla aynı amaca hizmet eden bu yönetim biçimlerinde, tek bir lider ve ya partinin toplum ile ilgili tüm kararları alıp genellikle şiddet yolu ile uyguladığı görülmektedir. Özellikle II. Dünya savaşı öncesi ve sırasında yaşanan insanlığın yüzünde hala kara bir leke olarak duran uygulamalar ve kararlar bu yönetim biçiminin ne kadar kanlı bir organizasyona dönüştüğünü bize göstermektedir.
 Monarşi bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir. Saltanatın bir başka adıdır. Bu hükümdar, Türkçede kral, imparator, şah, padişah, prens, emir gibi çeşitli adlar alabilir. Bir monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır. Monarşi, yüzyıllar boyu, dünyada en yaygın yönetim biçimiydi. Bunlar çoğu zaman, geleneksel tanı­ma en yakın, tanrısal hakka dayanan monarşilerdi: prens, iktidarı tek ba­şına elinde tutardı ve Tanrı'dan başka kimseye hesap vermek zorunda de­ğildi, çünkü otoritesini ondan aldığına inanılıyordu.  Bir beylik olarak ortaya çıkan Osmanlı devletinin ve onu yöneten zümrenin zamanla halifelik makamını ele geçirmesi ya da uzunca dönem Avrupa toplumlarında kurulan devletlerin papa ile güçlü bağlar kurması bu gücün kullanımı ile ilgili önemli sonuçlar doğurmuştur.
Teokrasi: Dine dayalı yönetim biçimini tanımlamak için kullanılan terim . Daha doğru bir anlatımla, dini otorite organlarının siyasi otorite organları yerine devlet idaresini elde tuttuğu devlet biçimidir. Her ne kadar farklı algılanış biçimleri ve yorumları mevcut olsa da, teokrasi en yalın anlamda "devlet işlerinden bir tür ruhban sınıfının sorumlu olduğu ve devlet işlerinin dini temellere dayandırılmaya çalışıldığı sistem" olarak tanımlanabilir. Din kurallarının geçerli olduğu sistem olan teokraside, kurallar ya dini kuralların aynısıdır, ya bunlardan büyük ölçüde etkilenmiştir ya da dini kurallarla çelişik olsa dahi dini temellere dayandırılır veya meşrutiyet için dayandırılması gerekir. Toplumsal yapı, hukuki yorumlar, eğitim ve kişisel hak ve özgürlükler dini kurallara göre uygulanır... Günümüzde, Vatikan, Suudi Arabistan ve İran böyle yönetilmektedir.
Aslında ne adla adlandırılırsa adlandırılsın birçok yönetim biçimi zamanla kişisel hırsların ve rüyaların kontrolüne girmekte ve diktatörlük denilen azgın canavarın pençesine düşmektedir. Demokrasi ile yönetildiğini düşünen ülkelerde bile birkaç dönem üst üste seçilen devlet başkanları gerek parti içinde gerekse ülke genelinde oluşturdukları psikolojik baskı ile kendi monarşilerini kurabilmektedirler. Bir çok Afrika ve Arap ülkesinde sözde seçimleri başarı ile geçen ve ne hikmetse babadan oğla bile devredilen seçim zincirlerinde günümüz sultanları kendilerini göstermektedirler. Nede olsa yönetme kabiliyeti genler ile ilgili bir şeydir ve o aile yaratıcı güç tarafından özenle bu görev için yaratılmıştır.
Dünyanın gittiği yere kafa yoran ve bu gidişten ciddi endişeler duyan bir çok aklı başında insan geçen hafta oldukça sarsıcı bir haber ile güne başladı. Ekonomik anlamda bir çok Arap/Afrika ülkelerine örnek gösterilen Tunus’ta halk yirmi üç yıldır ülkeyi demir bir yumruk ile yöneten Bin Aliyi iktidardan indirmeyi başardı. Adına yasemin devrimi denilen ve aslında yer yer kontrolden çıkan bu halk ayaklanması hala diktatörlük ile yönetilen bir çok Arap ülkesi tarafından endişe ile karşılandı. Ülkelerinden sürülen bir çok orta sınıf Arap aydının özellikle sosyal paylaşım siteleri üzerinden yaydığı özgürlük bildirileri ve gazete yazıları kendilerinin bir sürü olmadığına inanan öğrenci toplulukları birleştiğinde ortaya kimsenin tahmin etmediği bir rüzgâr ortaya çıktı. Her devrim bir kaos ortamı yaratır ama yerine oturduğunda her şey inançlı yüreklerin oluşturduğu yeni bir toplum düzeni herkes tarafından görülür.

Artık dünyayı yöneten tüm demokratik veya anti demokratik güçler şu gerçeğin farkına varmalıdır. Dünya sizin yandaş gazetelerinizde ya da yayın organlarınızda gösterdiğiniz gibi değil. Ve bu gezegen adına internet denilen asla kontrol edemeyeceğiniz bir güce sahip. Adına sosyal paylaşım ağları denilen sitelerde yalnızca anlamsız pop parçaları ve garip görünümlü Apaçiler yayınlanmıyor. Artık dileyen herkes düşüncelerini ve tepkilerini buralardan özgürce ifade edebiliyor. Beklide Çin ve Suriye gibi korku cumhuriyetlerinde ve yakın zamana kadar ülkemizde bazı paylaşım sitelerinin yasaklanması bu yüzden.

5 Ocak 2011 Çarşamba

ADA

Ada, çevresi bütünüyle sularla çevrili kara parçasına verilen addır. Bazen binlerce kilometre ıssızlıktan sonra karaya duyulan özlemdir.

Dünyada kaldığını umduğumuz son bir umuttur. Yeryüzü cennetidir bize ve bize benzeyenlere. Son kaledir, çatışmanın son siperi, belki tüm kaybettiğimiz alanlara karşı. Bazen koca bir okyanusun üzerinde küçük bir kara ya da kocaman bir karanın üzerinde kalabilmiş son bir su birikintisi. Farklı olmaktır ada, sözün özünde, karaya karşı bir damla su suya karşı bir toz tanesi olabilmektir.

Zor olmaktır ada, zoru başarmaktır. Uzaktan göründüğü gibi değildir mesela, korsan filmlerinde olduğu gibi. Milyonlarca litre suyun içerisinde içmek için uygun suyu bulamak kadar trajiktir. Deryanın içinde olup ta deryayı bilmemek halidir. Mahsur kalmaktır mesela, gözleri ufuğa endeksleyip yaşamaya çalışmaktır. Dünyanın şeklini tasdikleme biçimidir. Uzaktan gelen bir geminin önce dumanın, sonra bacasının en sonda kendisinin görünmesini sağlayan en uygun mekândır. Beklemektir, sabırdır, ıssızlıktır ve beklide kişisel fantezi dünyamızda giderken yanımıza alacağımız kısıtlı üç şeydir.

Trajik olduğu kadar da stratejiktir. Deniz ticaretimiz ve donanmamız için serbest geçiş olanağı sunabilmektir. Herhangi bir su yolu üzerine kurulmuş Deli Dumrul dur bazen, haraç kesebilme hakkıdır bazen. 
Akdeniz’in doğusunda olup ta  ne yardan nede serden geçebilme halidir, Kıbrıs gibi,
Ya da gelip geçen petrol şileplerine gülümsemektir, Hürmüz gibi.
Sürgünlere konu olmaktır bazen Tecrit edilmektir, sistemden Malta gibi.
Azıcık bir toprak parçasından yanındaki büyük biradere kafa tutmaya çalışmaktır, Küba gibi.
Okyanus ötesindeki hayalimizdir, bazen renkli gömlekli boynu çiçekli tombul kadınların dans ettiği rüyamızdır, Hawaii gibi.
Kutsal metinlerde okuyup da ders almaya çalışmamızdır, her türlü sapkınlıktan, Pompei gibi.
Kandırılışımızdır,  hafızamızdan silinmeyen ve bir türlü geçmişini unutamayan acılı bir kadın edası ile hatırladığımız burnumuzun dibindeki hayalimizdir, on iki adalar gibi.

Bazen kişisel ukalalığımızdır ya da kendimizi toplumsal anlamda, tatmin edebilme çalışmamızdır. Halkın içerisinde, kılık değiştirmiş bir sultan edası ile dolaşabilmek gibi bir şeydir. Toplumun seviyesine inip onu anlamaya çalışmaktır. Küçücük bir kasaba veya pejmürde görünümlü bir kent’e sıkışıp kalmaktır. Kendini yalnız hissetmektir çevrende dolaşan kalabalığa rağmen. Koca bir okyanusun dört bir yandan üzerine üzerine gelmesidir. Bütün gazete köşelerinde bahsedilen ve girmez isek, kendimizi eksik hissedeceğimiz sonbahar depresyonu gibi bir şeydir.

Bir şeye niyet edipte başarısız olmanın sözcüksel halidir. Ya da ‘’Kar eriyip de pisliğin açığa çıkması’’ gibi deyimsel bir durumdur. Umut edilene karşı, elde edilen hayal kırıklarının bir araya toplanıp saldırıya geçtiği, deniz aşırı bir harekettir. Çölde vahadır bazen ya da koskoca ormanın ortasında ot bitmez bir lanet. Yıllardır benliğimizde oturup kalmış siyah bir noktadır bütün iyi niyetlerimize karşı. Bazen tek tektir bütün ısısızlığa inat ama zamanla çoğalıp takım takım olup, normal karşılamaktır bütün kirlenmişlikleri.

Aslında deniz ve okyanusların tabanında oluşmuş ve ışığa olan tüm hayranlıkla yüzünü sudan dışarıya çıkara bilmenin zaferidir her şeyden çok. Suların altının dağıdır, mesele. Alt benliğimizde biriktirdiğimiz bir saplantı halidir. Bazen gün yüzüne çıkmış libidomuzdur, yada derinlerde sakladığımız bastırılmış duygular.

Oluşturduğumuz toplumsal yapı ve bireysel yaşam biçimlerimiz ile bir birine benzeyen bir koyun sürüsünden farklı olmayan bizler, kendi içimizde kocaman bir ada parçasıyız. İçine gömüle gömüle oturduğumuz koltuklarımızda, ya da dilimizi çıkararak beklediğimiz yüksek düzeyli şahsiyetler kapılarında, ısrarla kendi adalarımızın varlığından bahsederiz. Her cümlemize ‘’ben olsam şöyle yapardım’’ diye başlarken zihnimizdeki kendini beğenmişlik adasından kırıntılar saçıp dururuz çevremize. Hepimizin evi, bahçesi, yazlığı ya da iş yeri kendi bayrağını çektiği, adına para bastırdığı ve neredeyse askerlerini yetiştirdiği küçük ve bağımsız şehir/ada parçası. Yalnızca kendi çocuklarını seven ve bunun dışındaki bütün çocuksal davranış biçimlerini saçmalık olarak gören, bir birey için babalık ya da anneliği bir adadır. Yurdumun herhangi bir yerinde ortaokul çağındaki kız çocuklarına bile tecavüz eden zihniyet için bile kurguladığı düş gücü bir adadır. İşi bitince çekip gitmesi ve zihnini temizlemesi bir adadan ayrılmak kadar kolay bir şeydir. Ama bazen Ada sizi bırakmaz siz her ne kadar ayrılmaya meyletseniz bile. Çevresi sert bir kemikle çevrilmiş sulu sepken bir beyindir hepimizdeki asıl ada, ölene kadar taşıdığımız, her şeyin başlayıp bittiği yer. Her ne yaparsak yapalım eninde sonunda kendimizle yüzleşme mekânı.

Ya bütün pisliğin içerisinde kalabilmiş son kale ya da tüm iyi niyetler içerinde bir çıbanbaşı. Bazen kazandığımız ZAFER ‘lerin toplamı bazen de hayal kırıklarımızın başkenti.

SU..


Oksijen ve Hidrojenden oluşan, sıvı durumunda bulunan, kokusuz, renksiz ve tatsız maddeye su denir. Dünya yüzeyinin %71'i Suyla kaplıdır. Dünyadaki suların yaklaşık %97 si Okyanuslarda bulunmaktadır. %2.4'ü buzul ya da kardır. %0.6 lık dilimi ise Göller ve nehirlere aittir. Su yerkürede değişik hallerde bulunur: su buharı, (bulutlar), su (denizler, göller), buz (kar, dolu, buzullar) gibi. Su sürekli olarak su döngüsü olarak bilinen döngü içinde değişik fiziksel hallere dönüşür.

Su, medeniyetin başlamasında birincil etmendir. Öyle ki günümüzden 6.000 yıl önce Sümerler, Mezopotamya'da Fırat ve Dicle nehirlerinden faydalanarak ilk sulu tarımı yapmışlar ve uygarlığı başlatmışlardır. Aynı şekilde Mısırlılar da Nil sayesinde birçok alanda gelişme gösterirken, Çin ve Hint medeniyetlerinin kökeni de nehirlere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Denize kıyısı olan büyük Göl ve nehirlere sahip kentler gelişirken, Orta Doğu ve Kuzey Afrika gibi suyun az bulunduğu yerler ise tarih sahnesindeki yerlerini çok geç almışlardır

Hayatı başlattığı kadar yeryüzünde yaşanan birçok probleminde kaynağıdır su. Hem komşularımız hem de uzak diyarlardaki birçok ülke su sorunundan muzdarip. Suriye ile aramızda sınır aşan sular  açısından sorunlar var mesela. Çok yakın bir zamana kadar Suriye, Beka vadisi bizim için en büyük koz olarak kullanılıyordu. İsrail’in çevresindeki birçok ülke ile Golan tepelerindeki su kaynakları yüzünden çok önemli gerginlikleri yaşanmakta. Bulgaristan ile Meriç nehrinin su miktarının azaltılması ya da herhangi bir sel olayında kapakların açılması ile ilgili anlaşmazlıklarımız var.

Aslında yalınızca nehirlerde değil su ile ilgili sorunlar. Boğazlar, kanallar, önemli geçiş yolları ya da kıta sahanlıkları, kıyısı olan birçok toplumun başının belası. Panama ile A.B.D. , Mısır ile İngiltere  deniz geçişleri hakkında önemli sürtüşmeler yaşamaktalar kendimizi bildik bileli. Yine doğduğum günden beri suyun karşı kıyısı var bizim için, denize döktüğümüz ve o denizde hak iddia eden halklar. Deniz hâkimiyetini on iki mile çıkarmaya çalışan ve her fırsatta birbirimize karşı silahlandığımız öteki ülke. Bütün milli maçlarda yenmekten en çok keyif aldığımız yenilince milli şuurumuzun zedelendiği Yunanlılar. Yıllarca birlikte kürek çektiğimiz sularda uzunca zamandır her ikimizin de üretmediği ve aynı yerden satın aldığı aynı model silahlarla bir birimize ne bulursak çekmekteyiz. Anadolu da başkasının şeyi ile gerdeğe girmek diye müstesna bir laf vardır ve aslında halimizi en iyi özetleyen deyimsel bir durumdur.

Birde bazı toplumlar kendi içlerinde bile suyun öteki yanını yaşarlar, Yaşadığımız kent var örneğin, geçen yüz yılın ortalarına kadar bizden daha doğuda kalan toplumlardan ayırmış bizi Fırat, ta ki köprü yapılıncaya kadar. O yüzden kültürümüz Güneydoğudan ziyade güneye Halep ‘e daha yakın. Suyun öte yanına dair kuruduğumuz düşler genellikle kesintili ve tek taraflı. Belki de hep uzak kaldığımızdandır, çekilen tüm acılara tepkisiz kalışımız. Öteki dediğimize daha da abartarak, ‘’ git öte’’ demeye çalışmamızın sırrı budur.

Aslında çok geniş bir kavram şu suyun öte yanı meselesi mesela, okyanus ötesi diye bir terimimiz var son yıllarda. Sanki yeniymiş gibi ülkemize dair alınan karaların başka yerlerden gelmesi. Yâda yerine oturmamış demokrasimize yapılan müdahaleler, bizim adımıza alınan kararlar. Yıllardır bütün cesareti ile yazan ve yazdıkça öldürülen aydınlarımızın söyledikleri şeyler aslında Wikileaks belgelerinden pek de farklı değil. Ama işin acı yanı, azıcık ucundan gösteren bu belgelerin ifade ettiklerinin uyandırdığı toplumsal bilincin, bu kadar can elden giderken uykuya dalması. Aslında beklide çok normaldir su hakkında çok sorun yaşanması üç tarafı su ile çevrilmiş cennet vatanımızda. Üç tarafımızdan söz açılınca, balıklarımız tükeniyormuş efendim. Balık ithal eden bir ülke olmuşuz, yasak ve yersiz zamanlarda avlanıyormuşuz. Tehlikenin farkında olmalıymışız sanki tehlikenin farkında olunca bir şeyler yapacakmışız gibi. Biz kara toplumuyuz her şeye rağmen, hala Orta Asya’dan gelen genlerimiz hüküm sürüyor tüm benliğimizde. Göçebeyiz hala, lafa gelince her şey yapacağımız tüm vatan topraklarımız talan ediliyor ve sanki bir gün göçüp başka bir diyara göç edecekmiş gibi geliyor bana. Tarım arazilerimiz şehirleşiyor, hayvanlarımız yetmiyor ve şimdide balıklarımız. Tıpkı günümüzden on bin yıl öncesi gibi git, tüket, bitir ve yeni yerde rızkını ara. Bir insanın yaşadığı yeri sevmesi onun değerini bilmek değil sanki onu sadece sömürmek gibi geliyor çoğunluğumuza.

Biz enerji fakiri bir ülkeyiz efendim ve gelişmekte olmaktayız. Bizim gibi birçok ülke gibi daha çok enerjiye ihtiyacımız var. Petrolümüz az, doğalgazımız yok, kömürümüzün kalitesi düşük yani enerji dedin mi, dışa bağımlıyız. Öyleyse kur her akan suyun başına bir baraj ya da ne kadar dere var ise inşa et bir hidroelektrik santral. Ne de olsa sudan başka neyimiz var. Hiç rüzgâr esmiyor ülkemiz de ve güneşe hasretiz toplumca. Türkiye’nin bugünlerde en önemli meselesi hidroelektrik santraller, kısa adıyla HES’ler. Enerjide dışa bağımlılığa çare olarak bir politika olarak belirlenen HES’ler, bugün Anadolu toprakları üzerindeki neredeyse tüm irili ufaklı dereler üzerine yapılması planlanmış durumda. ‘Su akar Türk bakar’ anlayışının geride kaldığına kanaat getiren bürokratlar, suyun boşa akmaması için 2006 sonrasında tüm akarsuların 49 yıllık kullanım hakkını özel şirketlere kiraladı. Derelerin yatakları değiştirildi, şantiye sahaları kuruldu, ağaçlar kesildi, dağların içine kilometrelerce tüneller kazıldı, çıkan hafriyatlar ise dere yataklarına boşaltıldı. Sular enerji ürütmek için tünellere hapsedildi.

Gazeteci Mahmut Hamsici ‘’Dereler ve İsyanlar’’ adlı eserinde Anadolu insanının hidro elektrik santrallere karşı verdiği mücadeleyi binlerce kilometre yol kat ederek, mücadeleyi ilk ağızdan sunuyor. Kitaptan aynen bir kesit sunuyorum yazının geri kalanında. ‘’
Rize Gürsu’da cami çeşmesinin yanında vatandaşlarla sohbet ederken seksen bir yaşında bir teyze Hamsici’nin bulunduğu yere usulca sokulur. Sabiha teyze, “Kim bu, Hes çi mu? der. Hamsici’nun durumu izah etmesiyle Sabiha teyze biraz sakinleşir ancak düşüncelerini açıklamaktan da geri kalmaz: “İnan pencerenin oradan, camdan bakiyorum, kim gelecek, kim geçecek diye. Ha pu deremiz 80 yıldır gür gür akıyor. Bu köyün ismi de Gürsu köyüdür. Eyi dinleyin. Şimdi pu dereyi getirup de hangi pakan, paşpakan satacak? 80 senedir ben pu dereye bakılıyorum. Anasina, avradina s….mayin bana?
Sabiha teyze, ‘çevreci tip’ değil, hele ‘PKKlı’ hiç değil. Kimseden de ‘rüşvet’ aldığı yok. Anadolu’nun pek çok yerindeki köylü kadınlar, erkekler gibi hayatında ilk kez katıldığı mitinglerde, protesto gösterilerinde ‘HES’lere Hayır’ diyor, ‘Sular özgür aksın’ diye haykırıyor. Anadolu topraklarında o sular yüzyıllarca özgürce aktı. Pırakun sular gönlünce aksun…
 ‘’
BİRLEŞMİŞ MİLLETLERE (BM) GÖRE DÜNYA SU GERÇEKLERİ
  • Yeryüzünün %70’i su, bunun %97,5’i tuzlu su ve %2,5’i taze su. Geri kalan taze suyun, %2.14’ü buzullarda, binde 6’sı yeraltı, binde 0,9’u yüzey suyudur.
  • Kirli suların açtığı hastalıklardan her yıl 2,2 milyon insan ölüyor, her 8 saniyede bir bebek can veriyor.
  • Kirli su kurbanlarının çoğu gelişmekte olan ülkelerde. 1.2 milyar insanın içecek suyu yok.
  • Dünya nüfusunun üçte birinin, 2,4 milyar insanın, su arıtma tesisi yok.
  • Son yüzyılda dünya nüfusu 2 kat, su tüketimi ise 6 kat artmıştır.
  • Kalkınmakta olan ülkelerde sanayi atıklarının %70’i, kanalizasyonun %90’ı doğrudan su kaynaklarına verilmektedir.
  • Dünya nüfusunun %40’ı su sıkıntısı çekmektedir.
  • Ortalama 2 milyon ton atık her Gün nehirlere, Göllere ve derelere atılmaktadır.
  • 1 lt atık su, 8 lt temiz su kirletmektedir.
  • Dünyada ortalama 12000 m3 kirlenmiş su var. Kirlenme engellenmezse 2050’debu kirlilik 18000 m3’lük temiz suyun kaybedilmesine neden olacaktır.
  • Dünya tarım alanlarının %70’i çölleşme tehlikesi altında.