Powered By Blogger

28 Ocak 2011 Cuma

GRİ..


Günlerdir beklediğimiz soğuk ve yağışlı hava sonunda geldi çattı. Gökyüzü birkaç gündür bulutlu ve gri. İşin güzel yanı yağmur yağıyor ama yinede kapalı bir havaya katlanmak bizim gibi güneşle yıkanan toplumlara zor geliyor olsa gerek. Gri kelimesi dilimize Fransızca duman anlamına gelen ‘’Gris’’ teriminden gelmiş. Türkçedeki yaklaşık karşılığı ise ‘’boz’’ terimidir. Siyah ve beyaz gibi aslında birbirine oldukça zıt iki rengin belirli oranlarda karıştırılması ile elde edilmektedir.

Ülkemizde özellikle okullar, hastaneler ve kışlalarda hâkim olarak kullanılan bu renk hafızamızda bir devlet griliği olarak yer tutmaktadır. Bulunduğu kuşak ve özel konumuyla rengârenk bir görünüm sunan Anadolu Yarımadasında bütün resmi kurumlarımızda bir rengin yaygın olması bana hep garip gelmiştir.

Mesela sarı güneşin/ışığın rengidir. Özellikle yaz aylarında ülkemizin iç bölgelerimizde yeryüzünü örtü gibi kaplayan bozkırın rengidir. Yerde bulduğumuzda öpüp başımıza koyduğumuz ekmeğin/buğdayın rengidir. Ortak sevdadır ezeli rekabette, birleştiricidir.

Bayrağın rengidir kırmızı, kanımızı verdiğimiz simgedir. Tutkunun rengidir, kışkırtıcıdır. Can verendir. Kalbimizden başlayıp tüm hücrelerimize doğru bir yolculuğun rengidir. Kimilerine göre sarının vazgeçilmezidir.

Gökyüzüdür lacivert. Okyanustur alabildiğince, derin. Dalıp gitmektir ufuklara hesapsızca. Liseli yıllarımızdan kalan gri pantolon üstüne giyilen tamamlayıcı ceket ve kravattır. Saygınlığın rengidir bütün bürokratik sahalarda. Beklide sarıya en çok anlam katandır.

Ciddiyettir siyah. Bazen matem bazen ise başkaldırıdır. Şiddetle patlayan bir volkanın arkasında bıraktığıdır. Bir bazalttır yoğundur, serttir şiddetli bir karşı koyuştur. Gecedir aydınlığın habercisidir, yıldızlara fondur olanca matlığı ile.

Bütün renklerin kökenidir, beyaz. Hem toplayan hem de yansıtandır. Kardır, doğaya çekilen bembeyaz bir perdedir. Saflıktır, bütün genç kızlık rüyalarında. Siyaha tezattır ama eşidir yoldaşıdır. Birleşiminden doğacak griye karşı alabildiğince temkinli bir yaklaşımdır.

Hamsiye çizilen ince bir çizgidir Bordo. Karadeniz’in üzerinde bütün cesaretiyle salınıp giden bir rast gele hikâyesi takalardır. Kırmızıya mavinin kattığı bir ağırlık/soyluluk halidir. Ara bir renktir, ağırdır belki ama sonu düşünülmeyen bir cesaret halidir çünkü fena kırmızıdır.

Dünyamızın uzaydaki tanımıdır, mavi. Mavi gezegenin sonsuzluğa kattığı bir renktir. Horon çekip uzak ufuklarda kısmetini arayan, bir toplumun ufuk çizgisidir. Memleket düşmanı denilen ve memleketine şiirler yazan şairin gözlerinin rengidir. Karşı kıyıdan bakmak zorunda kaldığı yurdunu en çok gördüğü renktir.

Geçtiğimiz hafta spora gönül vermiş renkleri ile Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor, Gençlerbirliği, İzmirspor, Karabükspor, Çanakkale Dardanelspor, Altay, Adanademirspor, Kartalspor, Giresunspor, ve birçok takımlarımızın taraftarları hep birlikte Taksim meydanından Galatasaray meydanına kadar yürüdü. Birçok takımlarımıza gönül veren taraftarların hep birlikte barışça protestoya katılması ve en ezeli rakip takımları Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarının bile yan yana olması çok dikkat çekiciydi.

Tribünlerde birbirine karşı olanca gücü ile yüklenen karşıt taraftarlar bu kez birbirinin omzuna yüklendi ve olanca güçleri ile bağırdılar. ‘’Türkiye bütün renkleri ile bir ulustur diye’’. Stat açılışında devletin kendisi ile övünen öncüllerini yuhaladılar diye tutuklanan/fişlenen tüm Galatasaray taraftarlarının yanda olmaya gelmişlerdi. Ülkeleri rengârenk kalsın diye. Yaşadıkları topraklar yoğun bir sis griliğine bulaşmasın diye. Pırıl pırıl güneşli günler görsünler diye toplandı binlerce taraftar. Puslu havaya inat bağırdılar binlercesi, insan yüzleri ile. Duman çökmesin ve kurt sevdiği puslu havaya kavuşmasın diye.



19 Ocak 2011 Çarşamba

DİKTATÖR

Diktatörlük, herhangi bir kurum, yazılı ya da yazılı olmayan yasal düzenlemeler veya başka bir sosyal ve/veya politik faktör tarafından sınırlanmamış bir liderliğin mutlak yönetimidir. Doğal olarak bu lidere de diktatör denilmektedir. Toplum bilim açısından bakıldığında, tarihsel süreç boyunca çeşitli diktatörlük biçimleri yaşanmış ve hala demokrasinin tam olarak oturmadığı ülkelerde seçimle başa gelenlerin bile zamanla seçilmiş diktatörlere dönüştüğü görülmektedir. Gelin önce çeşitli toplumlarda yaşanmış ve yaşanmakta olan diktatörlük biçimlerine kısaca bakalım.
Totalitarizm, Nazizm, Faşizm ve Sovyet Komünizminde örneklenen, tek bir partinin egemenliği altında, her tür siyasi, ekonomik ve toplumsal faaliyetin devlet tarafından düzenlendiği ve muhalefetin baskı altında tutulduğu ve ezildiği, özgürlüğe yer bırakmayan siyasi yönetim tarzına denilmektedir. Gerek Hitler gerek Mussolini ve Stalin tarafından uygulanan bakışları farklıda olsa zamanla aynı amaca hizmet eden bu yönetim biçimlerinde, tek bir lider ve ya partinin toplum ile ilgili tüm kararları alıp genellikle şiddet yolu ile uyguladığı görülmektedir. Özellikle II. Dünya savaşı öncesi ve sırasında yaşanan insanlığın yüzünde hala kara bir leke olarak duran uygulamalar ve kararlar bu yönetim biçiminin ne kadar kanlı bir organizasyona dönüştüğünü bize göstermektedir.
 Monarşi bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir. Saltanatın bir başka adıdır. Bu hükümdar, Türkçede kral, imparator, şah, padişah, prens, emir gibi çeşitli adlar alabilir. Bir monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır. Monarşi, yüzyıllar boyu, dünyada en yaygın yönetim biçimiydi. Bunlar çoğu zaman, geleneksel tanı­ma en yakın, tanrısal hakka dayanan monarşilerdi: prens, iktidarı tek ba­şına elinde tutardı ve Tanrı'dan başka kimseye hesap vermek zorunda de­ğildi, çünkü otoritesini ondan aldığına inanılıyordu.  Bir beylik olarak ortaya çıkan Osmanlı devletinin ve onu yöneten zümrenin zamanla halifelik makamını ele geçirmesi ya da uzunca dönem Avrupa toplumlarında kurulan devletlerin papa ile güçlü bağlar kurması bu gücün kullanımı ile ilgili önemli sonuçlar doğurmuştur.
Teokrasi: Dine dayalı yönetim biçimini tanımlamak için kullanılan terim . Daha doğru bir anlatımla, dini otorite organlarının siyasi otorite organları yerine devlet idaresini elde tuttuğu devlet biçimidir. Her ne kadar farklı algılanış biçimleri ve yorumları mevcut olsa da, teokrasi en yalın anlamda "devlet işlerinden bir tür ruhban sınıfının sorumlu olduğu ve devlet işlerinin dini temellere dayandırılmaya çalışıldığı sistem" olarak tanımlanabilir. Din kurallarının geçerli olduğu sistem olan teokraside, kurallar ya dini kuralların aynısıdır, ya bunlardan büyük ölçüde etkilenmiştir ya da dini kurallarla çelişik olsa dahi dini temellere dayandırılır veya meşrutiyet için dayandırılması gerekir. Toplumsal yapı, hukuki yorumlar, eğitim ve kişisel hak ve özgürlükler dini kurallara göre uygulanır... Günümüzde, Vatikan, Suudi Arabistan ve İran böyle yönetilmektedir.
Aslında ne adla adlandırılırsa adlandırılsın birçok yönetim biçimi zamanla kişisel hırsların ve rüyaların kontrolüne girmekte ve diktatörlük denilen azgın canavarın pençesine düşmektedir. Demokrasi ile yönetildiğini düşünen ülkelerde bile birkaç dönem üst üste seçilen devlet başkanları gerek parti içinde gerekse ülke genelinde oluşturdukları psikolojik baskı ile kendi monarşilerini kurabilmektedirler. Bir çok Afrika ve Arap ülkesinde sözde seçimleri başarı ile geçen ve ne hikmetse babadan oğla bile devredilen seçim zincirlerinde günümüz sultanları kendilerini göstermektedirler. Nede olsa yönetme kabiliyeti genler ile ilgili bir şeydir ve o aile yaratıcı güç tarafından özenle bu görev için yaratılmıştır.
Dünyanın gittiği yere kafa yoran ve bu gidişten ciddi endişeler duyan bir çok aklı başında insan geçen hafta oldukça sarsıcı bir haber ile güne başladı. Ekonomik anlamda bir çok Arap/Afrika ülkelerine örnek gösterilen Tunus’ta halk yirmi üç yıldır ülkeyi demir bir yumruk ile yöneten Bin Aliyi iktidardan indirmeyi başardı. Adına yasemin devrimi denilen ve aslında yer yer kontrolden çıkan bu halk ayaklanması hala diktatörlük ile yönetilen bir çok Arap ülkesi tarafından endişe ile karşılandı. Ülkelerinden sürülen bir çok orta sınıf Arap aydının özellikle sosyal paylaşım siteleri üzerinden yaydığı özgürlük bildirileri ve gazete yazıları kendilerinin bir sürü olmadığına inanan öğrenci toplulukları birleştiğinde ortaya kimsenin tahmin etmediği bir rüzgâr ortaya çıktı. Her devrim bir kaos ortamı yaratır ama yerine oturduğunda her şey inançlı yüreklerin oluşturduğu yeni bir toplum düzeni herkes tarafından görülür.

Artık dünyayı yöneten tüm demokratik veya anti demokratik güçler şu gerçeğin farkına varmalıdır. Dünya sizin yandaş gazetelerinizde ya da yayın organlarınızda gösterdiğiniz gibi değil. Ve bu gezegen adına internet denilen asla kontrol edemeyeceğiniz bir güce sahip. Adına sosyal paylaşım ağları denilen sitelerde yalnızca anlamsız pop parçaları ve garip görünümlü Apaçiler yayınlanmıyor. Artık dileyen herkes düşüncelerini ve tepkilerini buralardan özgürce ifade edebiliyor. Beklide Çin ve Suriye gibi korku cumhuriyetlerinde ve yakın zamana kadar ülkemizde bazı paylaşım sitelerinin yasaklanması bu yüzden.

5 Ocak 2011 Çarşamba

ADA

Ada, çevresi bütünüyle sularla çevrili kara parçasına verilen addır. Bazen binlerce kilometre ıssızlıktan sonra karaya duyulan özlemdir.

Dünyada kaldığını umduğumuz son bir umuttur. Yeryüzü cennetidir bize ve bize benzeyenlere. Son kaledir, çatışmanın son siperi, belki tüm kaybettiğimiz alanlara karşı. Bazen koca bir okyanusun üzerinde küçük bir kara ya da kocaman bir karanın üzerinde kalabilmiş son bir su birikintisi. Farklı olmaktır ada, sözün özünde, karaya karşı bir damla su suya karşı bir toz tanesi olabilmektir.

Zor olmaktır ada, zoru başarmaktır. Uzaktan göründüğü gibi değildir mesela, korsan filmlerinde olduğu gibi. Milyonlarca litre suyun içerisinde içmek için uygun suyu bulamak kadar trajiktir. Deryanın içinde olup ta deryayı bilmemek halidir. Mahsur kalmaktır mesela, gözleri ufuğa endeksleyip yaşamaya çalışmaktır. Dünyanın şeklini tasdikleme biçimidir. Uzaktan gelen bir geminin önce dumanın, sonra bacasının en sonda kendisinin görünmesini sağlayan en uygun mekândır. Beklemektir, sabırdır, ıssızlıktır ve beklide kişisel fantezi dünyamızda giderken yanımıza alacağımız kısıtlı üç şeydir.

Trajik olduğu kadar da stratejiktir. Deniz ticaretimiz ve donanmamız için serbest geçiş olanağı sunabilmektir. Herhangi bir su yolu üzerine kurulmuş Deli Dumrul dur bazen, haraç kesebilme hakkıdır bazen. 
Akdeniz’in doğusunda olup ta  ne yardan nede serden geçebilme halidir, Kıbrıs gibi,
Ya da gelip geçen petrol şileplerine gülümsemektir, Hürmüz gibi.
Sürgünlere konu olmaktır bazen Tecrit edilmektir, sistemden Malta gibi.
Azıcık bir toprak parçasından yanındaki büyük biradere kafa tutmaya çalışmaktır, Küba gibi.
Okyanus ötesindeki hayalimizdir, bazen renkli gömlekli boynu çiçekli tombul kadınların dans ettiği rüyamızdır, Hawaii gibi.
Kutsal metinlerde okuyup da ders almaya çalışmamızdır, her türlü sapkınlıktan, Pompei gibi.
Kandırılışımızdır,  hafızamızdan silinmeyen ve bir türlü geçmişini unutamayan acılı bir kadın edası ile hatırladığımız burnumuzun dibindeki hayalimizdir, on iki adalar gibi.

Bazen kişisel ukalalığımızdır ya da kendimizi toplumsal anlamda, tatmin edebilme çalışmamızdır. Halkın içerisinde, kılık değiştirmiş bir sultan edası ile dolaşabilmek gibi bir şeydir. Toplumun seviyesine inip onu anlamaya çalışmaktır. Küçücük bir kasaba veya pejmürde görünümlü bir kent’e sıkışıp kalmaktır. Kendini yalnız hissetmektir çevrende dolaşan kalabalığa rağmen. Koca bir okyanusun dört bir yandan üzerine üzerine gelmesidir. Bütün gazete köşelerinde bahsedilen ve girmez isek, kendimizi eksik hissedeceğimiz sonbahar depresyonu gibi bir şeydir.

Bir şeye niyet edipte başarısız olmanın sözcüksel halidir. Ya da ‘’Kar eriyip de pisliğin açığa çıkması’’ gibi deyimsel bir durumdur. Umut edilene karşı, elde edilen hayal kırıklarının bir araya toplanıp saldırıya geçtiği, deniz aşırı bir harekettir. Çölde vahadır bazen ya da koskoca ormanın ortasında ot bitmez bir lanet. Yıllardır benliğimizde oturup kalmış siyah bir noktadır bütün iyi niyetlerimize karşı. Bazen tek tektir bütün ısısızlığa inat ama zamanla çoğalıp takım takım olup, normal karşılamaktır bütün kirlenmişlikleri.

Aslında deniz ve okyanusların tabanında oluşmuş ve ışığa olan tüm hayranlıkla yüzünü sudan dışarıya çıkara bilmenin zaferidir her şeyden çok. Suların altının dağıdır, mesele. Alt benliğimizde biriktirdiğimiz bir saplantı halidir. Bazen gün yüzüne çıkmış libidomuzdur, yada derinlerde sakladığımız bastırılmış duygular.

Oluşturduğumuz toplumsal yapı ve bireysel yaşam biçimlerimiz ile bir birine benzeyen bir koyun sürüsünden farklı olmayan bizler, kendi içimizde kocaman bir ada parçasıyız. İçine gömüle gömüle oturduğumuz koltuklarımızda, ya da dilimizi çıkararak beklediğimiz yüksek düzeyli şahsiyetler kapılarında, ısrarla kendi adalarımızın varlığından bahsederiz. Her cümlemize ‘’ben olsam şöyle yapardım’’ diye başlarken zihnimizdeki kendini beğenmişlik adasından kırıntılar saçıp dururuz çevremize. Hepimizin evi, bahçesi, yazlığı ya da iş yeri kendi bayrağını çektiği, adına para bastırdığı ve neredeyse askerlerini yetiştirdiği küçük ve bağımsız şehir/ada parçası. Yalnızca kendi çocuklarını seven ve bunun dışındaki bütün çocuksal davranış biçimlerini saçmalık olarak gören, bir birey için babalık ya da anneliği bir adadır. Yurdumun herhangi bir yerinde ortaokul çağındaki kız çocuklarına bile tecavüz eden zihniyet için bile kurguladığı düş gücü bir adadır. İşi bitince çekip gitmesi ve zihnini temizlemesi bir adadan ayrılmak kadar kolay bir şeydir. Ama bazen Ada sizi bırakmaz siz her ne kadar ayrılmaya meyletseniz bile. Çevresi sert bir kemikle çevrilmiş sulu sepken bir beyindir hepimizdeki asıl ada, ölene kadar taşıdığımız, her şeyin başlayıp bittiği yer. Her ne yaparsak yapalım eninde sonunda kendimizle yüzleşme mekânı.

Ya bütün pisliğin içerisinde kalabilmiş son kale ya da tüm iyi niyetler içerinde bir çıbanbaşı. Bazen kazandığımız ZAFER ‘lerin toplamı bazen de hayal kırıklarımızın başkenti.

SU..


Oksijen ve Hidrojenden oluşan, sıvı durumunda bulunan, kokusuz, renksiz ve tatsız maddeye su denir. Dünya yüzeyinin %71'i Suyla kaplıdır. Dünyadaki suların yaklaşık %97 si Okyanuslarda bulunmaktadır. %2.4'ü buzul ya da kardır. %0.6 lık dilimi ise Göller ve nehirlere aittir. Su yerkürede değişik hallerde bulunur: su buharı, (bulutlar), su (denizler, göller), buz (kar, dolu, buzullar) gibi. Su sürekli olarak su döngüsü olarak bilinen döngü içinde değişik fiziksel hallere dönüşür.

Su, medeniyetin başlamasında birincil etmendir. Öyle ki günümüzden 6.000 yıl önce Sümerler, Mezopotamya'da Fırat ve Dicle nehirlerinden faydalanarak ilk sulu tarımı yapmışlar ve uygarlığı başlatmışlardır. Aynı şekilde Mısırlılar da Nil sayesinde birçok alanda gelişme gösterirken, Çin ve Hint medeniyetlerinin kökeni de nehirlere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Denize kıyısı olan büyük Göl ve nehirlere sahip kentler gelişirken, Orta Doğu ve Kuzey Afrika gibi suyun az bulunduğu yerler ise tarih sahnesindeki yerlerini çok geç almışlardır

Hayatı başlattığı kadar yeryüzünde yaşanan birçok probleminde kaynağıdır su. Hem komşularımız hem de uzak diyarlardaki birçok ülke su sorunundan muzdarip. Suriye ile aramızda sınır aşan sular  açısından sorunlar var mesela. Çok yakın bir zamana kadar Suriye, Beka vadisi bizim için en büyük koz olarak kullanılıyordu. İsrail’in çevresindeki birçok ülke ile Golan tepelerindeki su kaynakları yüzünden çok önemli gerginlikleri yaşanmakta. Bulgaristan ile Meriç nehrinin su miktarının azaltılması ya da herhangi bir sel olayında kapakların açılması ile ilgili anlaşmazlıklarımız var.

Aslında yalınızca nehirlerde değil su ile ilgili sorunlar. Boğazlar, kanallar, önemli geçiş yolları ya da kıta sahanlıkları, kıyısı olan birçok toplumun başının belası. Panama ile A.B.D. , Mısır ile İngiltere  deniz geçişleri hakkında önemli sürtüşmeler yaşamaktalar kendimizi bildik bileli. Yine doğduğum günden beri suyun karşı kıyısı var bizim için, denize döktüğümüz ve o denizde hak iddia eden halklar. Deniz hâkimiyetini on iki mile çıkarmaya çalışan ve her fırsatta birbirimize karşı silahlandığımız öteki ülke. Bütün milli maçlarda yenmekten en çok keyif aldığımız yenilince milli şuurumuzun zedelendiği Yunanlılar. Yıllarca birlikte kürek çektiğimiz sularda uzunca zamandır her ikimizin de üretmediği ve aynı yerden satın aldığı aynı model silahlarla bir birimize ne bulursak çekmekteyiz. Anadolu da başkasının şeyi ile gerdeğe girmek diye müstesna bir laf vardır ve aslında halimizi en iyi özetleyen deyimsel bir durumdur.

Birde bazı toplumlar kendi içlerinde bile suyun öteki yanını yaşarlar, Yaşadığımız kent var örneğin, geçen yüz yılın ortalarına kadar bizden daha doğuda kalan toplumlardan ayırmış bizi Fırat, ta ki köprü yapılıncaya kadar. O yüzden kültürümüz Güneydoğudan ziyade güneye Halep ‘e daha yakın. Suyun öte yanına dair kuruduğumuz düşler genellikle kesintili ve tek taraflı. Belki de hep uzak kaldığımızdandır, çekilen tüm acılara tepkisiz kalışımız. Öteki dediğimize daha da abartarak, ‘’ git öte’’ demeye çalışmamızın sırrı budur.

Aslında çok geniş bir kavram şu suyun öte yanı meselesi mesela, okyanus ötesi diye bir terimimiz var son yıllarda. Sanki yeniymiş gibi ülkemize dair alınan karaların başka yerlerden gelmesi. Yâda yerine oturmamış demokrasimize yapılan müdahaleler, bizim adımıza alınan kararlar. Yıllardır bütün cesareti ile yazan ve yazdıkça öldürülen aydınlarımızın söyledikleri şeyler aslında Wikileaks belgelerinden pek de farklı değil. Ama işin acı yanı, azıcık ucundan gösteren bu belgelerin ifade ettiklerinin uyandırdığı toplumsal bilincin, bu kadar can elden giderken uykuya dalması. Aslında beklide çok normaldir su hakkında çok sorun yaşanması üç tarafı su ile çevrilmiş cennet vatanımızda. Üç tarafımızdan söz açılınca, balıklarımız tükeniyormuş efendim. Balık ithal eden bir ülke olmuşuz, yasak ve yersiz zamanlarda avlanıyormuşuz. Tehlikenin farkında olmalıymışız sanki tehlikenin farkında olunca bir şeyler yapacakmışız gibi. Biz kara toplumuyuz her şeye rağmen, hala Orta Asya’dan gelen genlerimiz hüküm sürüyor tüm benliğimizde. Göçebeyiz hala, lafa gelince her şey yapacağımız tüm vatan topraklarımız talan ediliyor ve sanki bir gün göçüp başka bir diyara göç edecekmiş gibi geliyor bana. Tarım arazilerimiz şehirleşiyor, hayvanlarımız yetmiyor ve şimdide balıklarımız. Tıpkı günümüzden on bin yıl öncesi gibi git, tüket, bitir ve yeni yerde rızkını ara. Bir insanın yaşadığı yeri sevmesi onun değerini bilmek değil sanki onu sadece sömürmek gibi geliyor çoğunluğumuza.

Biz enerji fakiri bir ülkeyiz efendim ve gelişmekte olmaktayız. Bizim gibi birçok ülke gibi daha çok enerjiye ihtiyacımız var. Petrolümüz az, doğalgazımız yok, kömürümüzün kalitesi düşük yani enerji dedin mi, dışa bağımlıyız. Öyleyse kur her akan suyun başına bir baraj ya da ne kadar dere var ise inşa et bir hidroelektrik santral. Ne de olsa sudan başka neyimiz var. Hiç rüzgâr esmiyor ülkemiz de ve güneşe hasretiz toplumca. Türkiye’nin bugünlerde en önemli meselesi hidroelektrik santraller, kısa adıyla HES’ler. Enerjide dışa bağımlılığa çare olarak bir politika olarak belirlenen HES’ler, bugün Anadolu toprakları üzerindeki neredeyse tüm irili ufaklı dereler üzerine yapılması planlanmış durumda. ‘Su akar Türk bakar’ anlayışının geride kaldığına kanaat getiren bürokratlar, suyun boşa akmaması için 2006 sonrasında tüm akarsuların 49 yıllık kullanım hakkını özel şirketlere kiraladı. Derelerin yatakları değiştirildi, şantiye sahaları kuruldu, ağaçlar kesildi, dağların içine kilometrelerce tüneller kazıldı, çıkan hafriyatlar ise dere yataklarına boşaltıldı. Sular enerji ürütmek için tünellere hapsedildi.

Gazeteci Mahmut Hamsici ‘’Dereler ve İsyanlar’’ adlı eserinde Anadolu insanının hidro elektrik santrallere karşı verdiği mücadeleyi binlerce kilometre yol kat ederek, mücadeleyi ilk ağızdan sunuyor. Kitaptan aynen bir kesit sunuyorum yazının geri kalanında. ‘’
Rize Gürsu’da cami çeşmesinin yanında vatandaşlarla sohbet ederken seksen bir yaşında bir teyze Hamsici’nin bulunduğu yere usulca sokulur. Sabiha teyze, “Kim bu, Hes çi mu? der. Hamsici’nun durumu izah etmesiyle Sabiha teyze biraz sakinleşir ancak düşüncelerini açıklamaktan da geri kalmaz: “İnan pencerenin oradan, camdan bakiyorum, kim gelecek, kim geçecek diye. Ha pu deremiz 80 yıldır gür gür akıyor. Bu köyün ismi de Gürsu köyüdür. Eyi dinleyin. Şimdi pu dereyi getirup de hangi pakan, paşpakan satacak? 80 senedir ben pu dereye bakılıyorum. Anasina, avradina s….mayin bana?
Sabiha teyze, ‘çevreci tip’ değil, hele ‘PKKlı’ hiç değil. Kimseden de ‘rüşvet’ aldığı yok. Anadolu’nun pek çok yerindeki köylü kadınlar, erkekler gibi hayatında ilk kez katıldığı mitinglerde, protesto gösterilerinde ‘HES’lere Hayır’ diyor, ‘Sular özgür aksın’ diye haykırıyor. Anadolu topraklarında o sular yüzyıllarca özgürce aktı. Pırakun sular gönlünce aksun…
 ‘’
BİRLEŞMİŞ MİLLETLERE (BM) GÖRE DÜNYA SU GERÇEKLERİ
  • Yeryüzünün %70’i su, bunun %97,5’i tuzlu su ve %2,5’i taze su. Geri kalan taze suyun, %2.14’ü buzullarda, binde 6’sı yeraltı, binde 0,9’u yüzey suyudur.
  • Kirli suların açtığı hastalıklardan her yıl 2,2 milyon insan ölüyor, her 8 saniyede bir bebek can veriyor.
  • Kirli su kurbanlarının çoğu gelişmekte olan ülkelerde. 1.2 milyar insanın içecek suyu yok.
  • Dünya nüfusunun üçte birinin, 2,4 milyar insanın, su arıtma tesisi yok.
  • Son yüzyılda dünya nüfusu 2 kat, su tüketimi ise 6 kat artmıştır.
  • Kalkınmakta olan ülkelerde sanayi atıklarının %70’i, kanalizasyonun %90’ı doğrudan su kaynaklarına verilmektedir.
  • Dünya nüfusunun %40’ı su sıkıntısı çekmektedir.
  • Ortalama 2 milyon ton atık her Gün nehirlere, Göllere ve derelere atılmaktadır.
  • 1 lt atık su, 8 lt temiz su kirletmektedir.
  • Dünyada ortalama 12000 m3 kirlenmiş su var. Kirlenme engellenmezse 2050’debu kirlilik 18000 m3’lük temiz suyun kaybedilmesine neden olacaktır.
  • Dünya tarım alanlarının %70’i çölleşme tehlikesi altında.